DOĞUM
Her doğum bir sevinçtir demişler. İyi demişler, doğru demişler…
Bu sabah daha güneş etrafı aydınlatmadan erkenden kalktım. Özellikle bugünün sabahını yaşamak ve güneşin doğuşunu görmek için saatimi sabahın karanlığına kurmuştum. Uyandım, yüzümü yıkadım, kendime bir çay koyup balkona çıktım ve karanlık ufka bakarken çayımı içip güneşi bekledim. Bütün kenti kuş bakışı gören bir balkondayım. Güneşin parlamaya başlayan ışığı güçlendikçe Boğazın üzerindeki büyük köprünün renkli ışıkları ve kentteki diğer parlak lambaların ışıkları kendiliğinden zayıflıyor ve yavaş yavaş sönüyor… Biraz önceki alaca karanlıkta tek başına parlayan kuzey yıldızı, önce beyazlaşan sonra da mavileşen gökyüzünde birden bire kayboldu. Oysa daha demin, ufuktaki dağların üzerine kırmızı şal çekilmeye başlandığında, gökyüzünde asılı duran ışıklı bir lambaydı. Gökteki kümülüs bulutları griliğin içinde hareketsiz, siyah lekeler gibi serpilmişlerdi. Sonra gökyüzü mavileşirken onlar da büyük ve beyaz bir dantele dönüştüler. Sanki sırf bugüne özgüymüş gibi gizli bir el gözümün önünde dünyanın renklerini değiştiriyor…
Koca kentin üstünden doğuya doğru yükselerek bir uçak gelip geçti. Kentin batısındaki havaalanından kalkmıştı. Belli ki gideceği kente günün ilk saatlerinde varmak, iş güç sahipleri için önemliydi. Dünyanın en büyük kentlerinden olan İstanbul’un benim yüksekten görebildiğim bölümünde kıpırdanmalarla yaşam kendini gösteriyor artık. Sokaklardaki çoğalan insanları, caddelerdeki araçların gidiş gelişlerini seçmeye başladım. Derken ufukta sıralanmış tepecikler ve bulutçukların üstündeki kırmızılığın koyu olan kısmından güneş pembemsi sarı bir renkte yükselmeye başladı. Güneşin ışıkları suratıma vurmaya, gözlerimi kamaştırmaya ve deminden beri üşümüş bedenimi yavaşça ısıtmaya yeltendi. Şimdi artık iyice parlamaya başlayan o yuvarlak şey, bütün çevrede egemenliğini kurmuş ve kentin sahte ışıklarını da söndürmüş durumda…
Kentin martıları konmaya alıştıkları eski yapıların çatılarından tek tek sırayla süzülerek denize doğru gittiler. Nedense yeni yapıların değil eski yapıların çatılarındaydılar ve arada sırada birkaç tanesi konuşuyor gibi sesler çıkartıyordu. Kentin çatıları, doğan güneş, gökyüzü, kentin ortasından geçen deniz ve konuşan martılar aralarında anlaşmışlar gibiydi. Bu gizli anlaşmanın farkındaydım ama ne konusunu ve ne de süresini bilmiyordum. O anlaşmanın güneşle kuzey yıldızı arasında olduğunu da fark ettim. Güneş doğduğunda kuzey yıldızı ortadan kaybolmuştu. Anlaşılan güneş bütün dünyayla anlaşma yapmıştı. Binaların ve ağaçların gerçek renkleri ortaya çıkarken gökyüzü ise çok güzel bir mavi oldu. Ufuklardaki tepelerde iki kocaman, kırmızı bayrağın dalgalandığı görüldü. Sabah balığı için boğazın sularında dolaşan ufak balıkçı teknelerinin karanlık saatlerde denize açılmış oldukları anlaşıldı.
Güneş doğdu, kuzey yıldızı çekti gitti… Güneş yükselip gözlerimi kamaştırmaya başladığında içim içime sığmadı, sevindim. Sonra da gözümün yaşlanmasının, kamaşmaktan değil içimdeki sevinçten olduğunu anladım. Bu gün kentin kuzey yönündeki bir hastanede bir başka kuzey yıldızı doğacak.
Sevinçliyim. Bugün kızım doğum yapacak ve bir erkek torunum olacak... Adını bile koydular; Kuzey! O, benim parlak Kuzey yıldızım ve yol göstericim olacak… Onunla bu dünyada ne kadar beraber olabileceğim kim bilir?
Bahtı açık olsun!
18 Eylül 2009 saat: 07oo Harbiye Orduevi 16ncı Kat 1609. oda
Yorumlar
Yorum Gönder