SİLİVRİ CEZA VE İNFAZ KURUMU'NA MEKTUP-II


Sevgili Silah Arkadaşım,

Sana yazdığım ilk mektubumdan (29 Nisan 2010) sonra özgürlüğe çıkmıştın. Konuşmuştuk, mektubun iyi geldiğini söylemiştin. Aradan bir iki ay geçti geçmedi senin ve herkesin bilemediğimiz nedenlerle sonra tekrar tutuklandın (rehin alındın)…

Geçelim ve bunu sonra konuşalım. Kış geldi geçti, yaz geldi. İzmir’deki arkadaşlardan sana gelen armağanlardan en çok Hüsik’in yün çoraplarını ve tespihini sevdiği duyunca hem güldüm hem de düşündüm. Evet, çorap bedensel, tespih de ruhsal sağlığı koruyan teçhizattan sayılır… Bu tür teçhizatın bir mahpusa en önce verilecek hediyelerden olduğunu öğrendik böylece…

Sana daha önce yazdığım mektupta sağlığına dikkat et falan demiştim. Nisan ayındaki duruşmaya Antalya’dan geldiğimde salonda İbrahim Taşdildiren’le beraberdik. Ara verildiğinde herkes yakınlarıyla selamlaşırken senin biraz aldırmaz tavır içinde olduğunu gözlemiştim. Dinleyicilerin kalabalığına diğerleri gibi arayan gözlerle bakmıyordun. Yanımda da eşin ve baldızın vardı. Onlar da biraz solgun gözüktüğünü falan söylerlerken küt dedi bir tutuklu arkadaş düştü bayıldı salonda. Senin koğuş arkadaşın olduğunu söyledi Birsen Hanım… Biz o gün kalp damarlarına siten halkaları takılan Hayri Güner’e, Halkalı’daki hastaneye gittik beş altı kişi… Sonraki günlerde Hayri’nin çok kısa ve çok etkili savunmasını duydum ve internette bildiğim herkese yayınladım.

Geçen ay da Ankara’da Nesimi’nin kızının düğünündeydik. Nişan yüzüklerini sen takmışsın. Seni andık, bir kadeh de senin için içtik ve küfrettik dünyaya, yapacak başka bir şey yoktu…

Bu gün İstanbul’dan Yalova’ya geçiyorum. Ne kızımı ne de annemi rahatsız etmemek ve de kendim rahat etmek için Harbiye Ordu evinde kaldım. Ordu evi dökülüyor. Dışı, içi her tarafı… Müşteri (misafir) hizmeti de… Erlerin yerine sivil görevli personel koyarken hizmet çuvallamış. Beceriksizlik diz boyu. Bu değişime yardım edeceğine bu beceriksizliğini emri verenlere yüklemeyi seçmiş Albay Efendi. Öteye beriye “Personel yetersizliğinden burada hizmet verilemiyor!” türünden bilgi kâğıtları yapıştırmışlar. Canım Harbiye Ordu evinin savaştan çıkmış bir hali, şaşkın dolanan subay ve astsubayları var şimdilerde… Bu basit bir hizmet sistemini bile değiştirirken eline yüzüne bulaştıran güç ne menem bir güçtür ki, darbe yapıp devlet yönetimini ele geçirebilecektir?

Ordu evinin alt salonunda eski Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ın camekânlı dolapta hala şiltleri, fotoğrafları ve asaları duruyor. Kimse daha henüz kaldıramamış. Güçlüymüş ki, hala asasına bakıp anıyor insanlar onu… Aklıma, ona küfreden gazeteciyi ondan habersiz döven albay geldi. Tanımıştım o Albayı. Hopa’da bir müddet beraber olmuştuk, bence matah birisi değildi ve görev yapacağı yerde her gün ava çıkan bir tipti. O Salih Raci Tekin’in oğlu ki, yıllardır Ergenekon tutuklusu şimdi…

Durakta otobüs bekleyenleri, Pendik çarşısındaki onurlu bir şekilde dolaşan hotoz kafalı genç kadınları ve Yalova feribotunda ağzı açık, metazori Kanal 24’ü izleyen genç oğlanları gördükçe, bunları daha önce fark etmediğimi anladım. Meğer ne kadar çokmuş Akepe’ye oy verenler.! Ya da seçimden sonra herkes, bütün insanlar bana Akepe’ye oy vermişler gibi gelmeye başladı.

İyi ki arabayı almamışım. Yanlış otobüslere ve tıklım tıklım minibüslere bindikçe çeşitli insan portresi görüyor, onları kafasında resmedebiliyor insan. Örneğin feribottaki genç Arap turist ailesinin annesinin giydiği kara çarşafının çok kalite bir kumaştan olduğunu, bedeninden açıkta olan yalnızca iki yerinin, gözlerinin ve ellerinin güzelliğini, elindeki telefonun altın kaplamasını görüp yaşadığı toplumun zenginlerinden olduğunu resimleyebiliyor, anlayabiliyorsun.

Metronun (yer altı treni) Moskova metrosuna kıyasla (1936’da yapılmaya başlamış) daha temiz ve daha sessiz olduğunu, insanların ise oradakilerden daha temiz yüzlü olduklarını gözleyebiliyorsun.

Geçen hafta altı devre arkadaşı ailece Leningrad ve Moskova turuna katıldıydık. Moskova’nın geniş bulvarlarında ve güzel parklarında dolaşırken gördüğümüz çekik gözlü Orta Asyalı çakalların, oradaki insan dokusunu bozduğunu da gözledik. Ora insanını gözlemeye çalışırken aklımdan şu geçmişti; acaba bunlar da Akepe’ye oy verirler miydi? Sonra Putin ve tayfasının bizim siyaset bezirgânlarından bir farkı olmadığını ve ‘elbet verirlerdi’ diye geçirdim içimden. Bence Avrasya ülkelerinin birleşmedikleri sürece adam olabilmeleri, mutlu, özgür ve adaletli yaşayabilmeleri için daha bir fırın ekmek yemeleri gerekiyor.

Sana mektup yazmayı sürdürmek istiyorum. Hem bulunduğun yerde seni biraz olsun meşgul eder, hem de kendi yazı yazma becerimi geliştirir, kendimi tatmin ederim diye düşünüyorum. Bakalım eğer becerirsem onbeş günde bir güncel, kişisel ve de dünya halleri ile ilgili yazabilirim. Bu Allahsızların sizleri epey zaman tutsak edeceklerini daha önce sana söylemiştim. Hukuk kendi hukukları… Demokratik olmayan ve baştan aşağı sahtekârlık kokan seçimlerin ortaya koyduğu tablo ve muhalefetin aptalca davranışları sonucu bu hukukun geçerli olduğuna yani meşru hukuk olduğuna Ümmeti Muhammet’e yutturmayı gayet güzel beceriyorlar. Siz çıkacaksınız elbette ve elbette hesabı soracaksınız. Onun için karamsar olmanın, moral bozmanın gereği yoktur. Sabır her şeyin üstesinden gelir. İnsan bir süre aşksız, meşksiz ve iksirsiz yaşayabilir, yaşamalıdır da…

Seçimler medyada “Balyoz” ve “Ergenekon” kelimelerini bir müddet unutturdu. Şimdi eğilim (trend) Kürt partisinin boykotu ve şerefli ya da şerefsiz yemin etme meselesi… Yemin ne kadar önemlidir? “Yemin, bazen yalancıların siperi, bazen da bozguncuların yalanıdır! Vazifeler üzerine edilmiş yeminler vardır. Vazifeliler, alenen yemin ederek vazifelerine başlarlar. Bence en önemli yeminlerden ikisi asker yemini ve milletvekili yeminidir. Adalet adamları yemin ederler mi bilmiyorum? Ayrıca, Vazifeyi ihmale sürükleyen merhamet, memlekete hıyanettir!” demiştim seçimden sonra internette dostlara… O adalet adamlarından kimse merhamet beklemez. Suçlu olanlara merhamet edilir. Adalet insanı önce akıllı, sonra insan sevgisi dolu daha sonra da vicdanlı olması gerektiğini de öğreniyoruz. Birilerinin sizler üzerinden Mahmut Esat Bozkurt’ların intikamını almaya ant içtiklerini görüyoruz.

Hangi meşru düzende sekiz yıl önce gerçekleştirilen bir eylemden değil konuşulan (üstelik askeri yazılı emirle konuşulması istenen) bir konudan dolayı insanlar tutuklanabilir? Tutuklanmak! Kaçma olasılığı olan bir şüpheliye uygulanır. Sen ve oradakiler ola ki şüphelisiniz… Peki, kaçma, gizlenme olasılığınız yüzde kaç? Yazılı emir verilerek uygulanan bir askeri eğitimden dolayı yüzlerce kişinin kaçma olasılığı vardır diye tutuklanmasının nedeni gayet basittir. Sizden sonraki generallere gözdağı vermek, millete de sözüm ona irade sergilemek… Kim bunlar? Olmayan askeri vesayeti yok ederek sivil vesayet dedikleri tarikat, ticaret ve mafya vesayetini uygulama fırsatı yakalamış olan yenidünya düzeninin Allahsızlarıdır bunlar… Artık vesayet bu Allahsızlardadır. Yalnızca Türkiye değil dikkatle bakıldığında bütün dünya, bu Allahsızların yönetimine girmektedir. Yenidünya düzeninin asıl sahipleri bu piçleri maşa olarak kullanmakta kendileri hurilerle her gün aşk yaşamaktadırlar… Kolayını bulmuşlar, bütün muhaliflere ütopik ve teorik bir şekilde “Kötülüklerin ana kaynağı Amerika’dır!” dedirterek kendilerini de saklamışlardır.

Geçelim… Kendimize gelelim. 1987 yılında basılmış Uğur Mumcu’nun ‘12 Eylül Adaleti’ adlı kitabı var elimde. İhtilal konseyinin adalet sistemine baskılarını ve kendi hukukunu yaratmasını örneklerle anlatıyor. Hemen şu yargıya varabiliyor insan: Orada devlet sistemini ele geçirmeyi hedeflemiş bir ihtilal hareketi vardı. O zamanki komuta kademesinin yarı cahil ve yarı korkak davranarak ihtilali devrime dönüştüremeyip rezil olduklarının hukuki örnekleri çoktur. Oysa şimdiki zamana baktığımızda, mevcut hukuk düzenini karşı devrime yarayan hale getirmek için silahlı güce gerek görmeyen çetelerin varlığı ayan beyan ortadadır. Onlar güçlerini yenidünya düzeni egemenlerinden alıyorlar… Akıllı ve cesaretliler.

Askeri bir kenara koy… 1920’den bu yana Cumhuriyeti kurma, kurtarma, koruma ve kollama görevini üstlenmiş olan Türk Ordusu -sen de biliyorsun ki- sarı öküzü verdiği ve zamanın Genelkurmay Başkanının dosyaları eline aldığı gün bu görevlerinden vazgeçmiştir. Bunda, Mehmetçiksiz iş yapmaya çalışan, kendini bulunmaz Hint kumaşı gören şişirilmiş ve de satın alınmış generallerin günahı çoktur. Yani şimdilik vatana ve millete askerden ve generallerden yarar yoktur… Halkın içinden de şuna benzer sesler duyulmaktadır: “Adam olsalardı önce kendilerini, kendi silah arkadaşlarını kurtarır, haksızlıklara karşı çıkarlardı. Vatanı nasıl kurtarabilirler ki?”

Ne demokrasisi? Hakça ve eşitçe insanlar temsilcilerini seçebiliyorlar mı ki demokrasi olsun? Beğenmediğimiz seçim yasasını ve siyasal partiler yasalarını öpüp başımıza koyacak sahtekârlıklar gördük son seçimde. Parayla, sadakayla olmadı, tehditle oy almaktan, iktidarca atanmış YSK tarafından sandık sandık seçim sonuçlarının ayrıntılı halkın önüne serilemeyişine kadar onlarca sahtekârlık, madrabazlık var bu memlekette… Dürüstlüğün kelime anlamı neydi bilinmiyor. Doğudan batıya, kuzeyden güneye Türkiye'de hiçbir vatandaş kendi seçtiği temsilcisini parlamentoya gönderememektedir.

Muktedirler bize seçim dayatıyor, bizim vergilerimizle bürolarını, minibüslerini süsleyerek bangır bangır şarkı söyleyip tanıtımları için harcama yapıyorlar. Biz muktedir olması gerekip olmayan / olamayanlar da oyumuzu kullandığımızda demokrat olduğumuzu sanıyoruz. “Sandık demokrasisi” bu gün sürmekte ve yarın sürecek gibi gözükmektedir...

Ne demiş Nazım Hikmet:

“İnsanlarım, ah, benim insanlarım,

antenler yalan söylüyorsa,

yalan söylüyorsa rotatifler,

kitaplar yalan söylüyorsa,

duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,

...beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,

dua yalan söylüyorsa,

ninni yalan söylüyorsa,

rüya yalan söylüyorsa,

meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,

yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,

ses yalan söylüyorsa,

söz yalan söylüyorsa,

ellerinizden başka herşey

herkes yalan söylüyorsa,

elleriniz balçık gibi itaatli,

elleriniz karanlık gibi kör,

elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,

elleriniz isyan etmesin diyedir.

Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız

bu ölümlü, bu yaşanası dünyada

bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

Halkın yalana ihtiyacı sürmekteyse, askerler Cumhuriyet görevini bırakmışlarsa ve vicdanlar çürümüşse eğer, geriye tek şey kalıyor: İsyan etmek, ayaklanmak, kalkışmak… Ya da ana avrat küfredip bir kenara çekilmek! İşte bu sonuncusudur zaten bizlerden istenen. Anlaşılıyor ki, bir kenara çekilmek, ellememek, karışmamak, okumak, yazmak ve eylemsiz kalmak hem bizi rahatlatacak hem de Allahsızları cezadan kurtaracaktır. Buna karşıyım. Eylemsiz kalanlara boş verenlere hatta kendi vücudu işkenceye tutulduğu halde boş verip teslim olanlara hayretler içinde karşıyım. “Bi şey yapmalı, bi şey yapmalııı!” diye bir şarkıyı koyarlardı Cumhuriyet mitinglerinde hoparlörlere… Bangır bangır bağırırdı… Ne oldu, kim ne yaptı? O mitinglerde bir şey yapmalı diyenler şimdi nerdeler?

Ben ise balkondayım şimdilik. Bu teslimiyetçilik değildir... Belki yeniden düzenlenme ve toparlanma... Belki de mevzi değiştirme denilebilir.

Bu arada seçimlerle ilgili birkaç değerlendirmem de şöyle:

1. Artık seçim deyince aklıma Tayyip geldiği için Türkiye’de bu mevcut sistemdeki seçimden yana değilim.

2. İşçi Partisinin değişik bir mizansenle kurduğu “Cumhuriyet Güç Birliği” kavramına inanmakla saflık ettiğimi anladım. Antalya’da hiç tanımadığım, sırf içerde olduğu için destek vermeye çalıştığım Atilla Uğur’un aldığı 3 bin küsur oy beni hayrete düşürdü. Yalova’da bağımsız aday olan deneyimli siyasetçi olduğunu zannettiğim Yaşar Okuyan’a destek için son on gün çalıştım, gözledim ve sonuçta 2 bin küsur oyla hayretler içinde ve hüsranla karşılaştım. Safmışım…

3. Millet, bağımsızların güçsüz olacağı yanılgısı içinde. Bu ona adeta dayatıldı… Bu maksatla Çetin Doğan’ın seçilmesi diğer askerlerin de kurtuluşu olur düşüncesindeydim ama seçilememesi de balyoz davasından yargılananların haksız olduklarının ispatı olmamalıdır. Keşke CHP’den aday olsaydı diyordum ki CHP’nin ona sıcak bakmadığını öğrendim.

4. Her ne kadar yanlış başladıysa da Osman Pamukoğlu’nun parti kurup iktidar olma isteğini saygıyla ve de şaşkınlıkla karşılamış biri olarak, ilk seçim sonunda partiyi kapatıp “Ben yokum!” demesini de o kadar cesaretli ve önemli buluyorum. Demek ki neymiş; parti çalışması bir teşkilat, malzeme ve kadro çalışmasından ibaret değilmiş..!

5. Son olarak da şu var; Türkiye’de siyaset, üçkâğıtçıların, dilbazların, madrabazların ve de sihirbazların işidir. Yalnızca mafya, tarikat ve ticaret erbabı olmak yetmez, bu tür hünerlerinin olması da gerekmektedir…

Bunları seni üzmek için yazmıyorum. Ama bu duyguların dile gelmesine de ihtiyacının olduğunu biliyorum. Mektubu şimdilik burada kesiyorum. Dediğim gibi on beş gün sonra bir daha yazacağım. Sen ister yanıt ver ister verme, benim mektubum senin şahsında bir iç boşaltma ve belki de bir edebi mektup denemesidir.

Melih Cevdet Anday’la bitirelim:

“Yaşamak güzel şey doğrusu

Üstelik hava da güzelse

Hele gücün kuvvetin yerindeyse

Elin ekmek tutmuşsa bir de

...Hele tertemizse gönlün

Hele kar gibiyse alnın

Yani kendinden korkmuyorsan

Kimseden korkmuyorsan dünyada

Dostuna güveniyorsan

İyi günler bekliyorsan hele

İyi günlere inanıyorsan

Üstelik hava da güzelse

Yaşamak güzel şey

Çok güzel şey doğrusu…”

Mektup pek bir köşe yazısı gibi oldu. Kusura bakma, içimi boşalttım. Önce sağlık, unutma…
Sevgi, saygı ve hayranlıkla selamlıyorum.


Cumhur UTKU, 04 Temmuz 2011 / Yalova





































































Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI