HAYIRLI VE UĞURLU RÜTBELER OLSUN

Bir ritüeldi… Rütbe takma törenleri her yıl yapılan askeri bir ayindi.
Teğmen rütbesini Piyade Okulunda sanki bir üst sınıf şifromen takıyormuşum gibi fazla da heyecanlanmadan takmıştım. 
Omuzlarıma takılan ve beni ilk kez duygulandıran rütbe üsteğmen rütbesinin ikinci yıldızıydı. İslahiye’de havuz başında Tabur ve Alay Komutanlarımız altı devre arkadaşa rütbelerini taktıktan sonra bize votkalı nar suyu ikram etmişlerdi… 
1975 yılında Kıbrıs’ta, Tümendeki rütbe törenine bir bahane uydurarak gitmemiş, uğur getirir diye beş kilometre teçhizatlı koşu eğitiminde bölüğün ön sırasında koşarken, iki çavuşuma taktırmıştım üçüncü yıldızımı. Birinin adı galiba Mustafa Tombak idi… Eğitim elbisesi apoletindeki rütbe işaretleri, kumaş üzerinde siyah örme yıldızlardı…
Binbaşı rütbemi gene Kıbrıs’ta taktım. Yıl 1984’tü ve bir numaralı üniformamın omuzlarına takılan kokardı beğenmeyip kopartıp atmıştı kucağımdaki iki yaşındaki oğlum…
Yarbaylık yıldızını Keşan’da sağ omuzuma karım, sol omuzuma Tümen Komutanım takmıştı. En saygı duyduğum komutanlarımdan biriydi Cemil Özgüç.. 
Albay olacağım 1992 yılı yaz ayında zar zor izin almıştım. Karadeniz’i geziyorduk ailecek. 29 Ağustos günü Sinop’ta sahildeyken “Bu gün bütün birlik ve askeri kurumlarda rütbe takma törenleri var.” dediğimde, kızım ve oğlum iki omuzuma da şakacıktan ve deniz kabuklarından birer yıldız takmış, fotoğrafımı çekmişlerdi. Sanki bu askeri ayinle (ritüelle) dalga geçmişlerdi de ben onların bu anti militarist tavırlarını çok sonra fark etmiştim…
Evet, bizim kuşak subaylar olarak neyimiz vardı ki omuzlarımıza takılan yıldızlarımızdan başka? Paramız mı? Mutlu bir yaşantımız mı? Yüzbaşı maaşı ile bir siyah beyaz televizyon almış, baba ve kayınpeder desteği ile parasal olarak zaman zaman rahat edebiliyorduk. Binbaşıyken borç harç aldığım külüstür kaplumbağayı beş yılda bir gene büyüklerin takviyeleriyle değiştirerek doğru dürüst ailece gezebileceğimiz sıfır bir Tofaş arabaya dönüştürebilmiştim.
Böyleydi parasal durumumuz ama mutluyduk. Bir de birliğimizde kaza bela olmadığında, generallerden aferin aldığımızda, tatbikatlardan yarasız beresiz döndüğümüzde ve birliğimize tertip tertip aldığımız askerleri, tertip tertip evlerine gönderdiğimizde mutlu olurduk… Yirmi yaşında en yetkin ve en istekli profesyoneldi askerlerimiz. Hele çavuşlarımız “uzman çavuş” değildi ama işlerinin ehliydi… Astlarımıza sertleştiğimizde, üstlerimize diklendiğimizde niyetimiz iz bırakmak değildi. Bütün derdimiz -nereden öğrendiysek- eğitimde ter dökerken ileride gireceğimiz muharebede kan dökmemekti…
Şimdi neyimiz var? Yıldızlarımız gitti, apoletlerimiz hiç de ağır olmadıydı ama geçen zaman büyük bir hantallık yığını halinde yüreğimizde kaldı. Bizler için askerlik meslek değil, yedi gün, yirmi dört saat gerçek bir yaşam tarzıydı… Şimdi her 30 Ağustosta otuz bir yıl komuta ettiğimiz Mehmetçiklerimizle iyi kötü anılarımız var. Şimdi sosyal medyada bir mesaj ya da sokakta bir ses “Merhaba, siz benim komutanımdınız, hatırladınız mı?” dediğinde, onurumuz, gururumuz var…
Dünyadaki her ordu, askerlerinin rütbelerini törensel bir ayinle, ritüelle takar. Türk Ordusu’nda 29 Ağustos günü biz subay ve astsubaylar kendi aramızda, duygusal bir törenle yeni rütbelerimizi takar, 30 Ağustos günü stadyumlarda hamasi geçit törenleri yapar, aynı gece Orduevi salonlarında, Garnizon Subay Gazinolarında sevgililerimiz ya da karılarımızla dans eder, eğlenirdik. Şimdi bunlar yapılıyor mu bilmiyorum? Kadrosuzluktan ya da sonunu beklemeden emekli olduk ya, sanki ordudan atıldık. Bütün deneyimlerimizi aldık, yükledik kamyonlara ve son tayin yerimizdeki lojmandan emekliyken oturacağımız kooperatif evine taşıdık. Ne arayan ne soran, ne efendim sizin zamanınızda hudut kulelerinde gözetleme nasıl yapılırdı diyen, ne de Komutanım İç Güvenlik hizmetlerinde şöyle bir gelişme var, siz olsaydınız kararınız nasıl olurdu diyen… Bir varmış, bir yok muştuk…
Neyse, dönelim başa. Harbiye’deki spor sahasında, diploma ve kılıç kuşanma törenimizi radyo canlı anlatmış, tek kanallı siyah beyaz televizyon bir hafta sonra kayıttan görüntülü vermişti. O görüntüleri iki devre arkadaşımızla otuz yıl sonra gidip aldığımızda çok sevinmiştik. 30 Ağustos 1967 günü Ankara Stadyumundaki tören geçişinden sonra Okulun önündeki bayırın başına kadar bütün şehir boyunca uygun adımla gelmiştik. O bayır bu ritüelin parçasıydı ve adı Teğmen zor(t)latan bayırıydı... Her hafta sonu izninden dönüşte çıktığımız 730 metrelik bayırı, 30 Ağustos günü akşamüstü, Asteğmen rütbeleri apoletlerimizde, kılıçlarımız omuzlarımızda, son kez çıkıyorduk…
Ertesi gün gerekli subay donatımı ve Kırıkkale Tabancalarımızı almış, daha ertesi gün Ankara garından hareket eder etmez, trenin penceresinden boşaltmıştık kutudaki dokuz mm.lik merminin yirmi beşini de... Trenin bazı pencereleri delik deşik olmuştu. Puf Babanın aklı gitmişti…

Yirmi yaşındaydık ve o ilk inisiyatifli silah kullanma şenliğinde birbirimizi vurmamıştık. Biz sonraları da yıllardır vurmadık, kırmadık birbirimizi… Devre arkadaşıydık. Harbiyeli devre arkadaşlığı, kardeşten de öte bir şeydi..
Şimdilerde törenlere falan çağıran eden yok. Bir kaçımız Emekli Subaylar Derneği Başkanı ya da Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı yalnız kalmasın diye sabah kalkıp Cumhuriyet Meydanına gidiyor, Atatürk anıtına kendi kendimize yaptığımız bir ayinle Zafer Bayramı çelengini koyuyoruz. Bazen de devre arkadaşları toplaşıp, memleketin ve Ordunun hallerine ağlaşıyoruz.
Sevgiyle ve sağlıkla kalın.

30 Ağustos 2018, saat 17.35 
Cumhur UTKU

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI