27 MAYIS 1960 HAREKATINDAN GÜNÜMÜZE
"Ders alınmalıdır!"
24 Haziran 1960 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan törende Milli Birlik Komitesi üyesi 38 kişinin her biri ayrı ayrı şu yemini etmişti: “Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan hakları prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın, kendimi Türk Milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü gütmeyeceğim. Demokratik Cumhuriyeti yeni Anayasaya göre düzenlemek ve iktidarı yeni Meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılmayacağım. Bunun için şerefim, namusun ve mukaddesatım üzerine ant içerim…”
Aradan bir insan ömrü kadar süre geçtikten sonra her kesimdeki okur-yazarın 27 Mayıs 1960’a nasıl baktığını biliyoruz. Şevket Süreyya Aydemir’in “İhtilalin Mantığı” ile Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar’ın birlikte yazdıkları “İhtilalin İçyüzü” adlı kitap, 27 Mayıs ile ilgili yazılan bütün kitapların en önemlileridir. Bu iki kitabı bütün yurtseverlerin tekrar okunması gerekir. Konuyla ilgili diğer kitapların çoğu yanlı ve maksatlı yazılmıştır. O gün askeri ortaokul öğrencisi olan ve Türk ordusunun urbasını kırk yıl giyen bir askerin altmışını geçtiğinde neler düşündüğü pek merak konusu olmasa gerek. Gene de merak edenler bulunabilir düşüncesiyle yazıyorum.
27 Mayıs 1960 hareketi, birkaç gazeteci ve tez hazırlayan birkaç öğrenci dışında bilim adamlarınca, sosyolojik ve politik incelemeye tabi tutulmamıştır. İncelediğim ve çok az ele alındığını gördüğüm “Türkiye’de ordu ve siyaset ilişkileri” üzerine yazılmış eserlerin de daha bilimsel daha çözümleyici olacağını tahmin etmiştim. Ordu ve siyaset denklemini bizimkilerden önce yabancı sosyologlar, daha ayrıntılı ve tarafsız incelemiş olabilirler. Bu nedenle de Avrupa Birliği çerçeve belgesi içinde maddeleştirilen “Türk Ordusu’nun bağımsız otoritesinin sivil otorite emrinde hareket etmesini” isteyen dayatmalar, onların bizi bizden daha iyi çözümlediklerinin kanıtıdır.
Milli Birlik Komitesi üyeleri, başlangıçtaki yeminlerine sadık kalmak uğruna birbirlerine düşmeselerdi, yönetimi hemen devretmeselerdi ve milli demokratik devrimin gerekleri yerine getirildikten sonra genel seçime gidilebilselerdi, bugün Türkiye daha başka yerde olacaktı. Belki üç siyasetçi İmralı’da, iki yıl sonra da üç subay Ankara’da asılmayacak, 12 Mart muhtırası verilmeyecekti. Belki de 12 Eylül harekâtı yapılmayacak, 28 Şubat 1997 günü MGK kararları okunmayacak ve 27 Nisan 2007 günkü Genelkurmayın internet bildirisi yazılmayacaktı.
Acaba temel rahatsızlıklarımızın çözülmeyişinin nedeni 1960 sonrası süreçte bir virüs gibi beynimize giren Avrupa sosyal demokrasisinin veya yeni serbest piyasa ekonomisinin cazibesine kapılan “neo” aydınlarımız mıydı? Bu kişilere kimler, neden “aydın” demişti? Aydın “halkçı” mı olmalıydı, yoksa halkın içinden “halk aydınları” mı çıkmalıydı? Türkiye’nin kuşatılmışlığı, Gümrük Birliği ile mi yoksa daha önce mi başlamıştı? Devrimin devamlılığı sağlansaydı bu günlerde Helsinki, Brüksel dayatmalarından ve Avrupa Birliği uyum yasalarından söz edilebilir miydi? Bütün ulusal siyaset projelerimizi unutup / unutturup “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”ne imza atabilecek generaller ve siyasetçiler olabilir miydi? Daha başka saymadığım belalar başımıza çuval geçirir gibi geçirilir miydi?
Türkiye’de siyasetle ilgilenen herkes şu önemli gerçeğin hakkını teslim eder diye düşünüyorum: Birincisi, AB çerçeve belgesindeki ilgili karar maddelerine rağmen Türk Ordusu, Türkiye’nin iç ve dış ulusal siyasetinin oluşturulmasında ve uygulamasında daha uzun yıllar duruşuyla genel siyasette etkin olacaktır. 27 Mayıs 1960 gününden 27 Nisan 2007 gününe kadar askerlerin yaptığı bütün müdahalelerin müsaadesini (onaylı güvencesini) askerlere hep Türk halkı vermiştir. Müsaade etmeyenler ya da önce sessiz kalıp sonra arkasına birilerini alıp yakarmaya başlayanlar halk aydınları değil, sözünü ettiğim sözde halkçı aydınlardır.
Kazanılan bunca deneyimden ve çıkartılan yığınla dersten sonra, toplumsal eşitlik sağlanamamış, demokratik ortam ve hakça koşullar yaratılamamıştır. Toplumun değer yargıları çiğnenerek tarladaki, fabrikadaki, çarşıda ve pazardaki halk hep göz ardı edilmeye devam edilmiş ve edilmektedir. Yakın tarihimizdeki bütün askeri müdahaleler, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk devriminin devamı için birer fırsat olmuş ama bu fırsatların kaçması bir yana, 27 Mayıs müdahalesi dışındakiler, devrim düşüncesinden bile uzak kalmışlardır…
Hükümet edenleri denetim ve değerlendirme altında tutmak vatandaşlık görevidir. Bu görev kurumsal olarak başta yasama sonra da yargı organlarınındır. Basın, aracıdır. Aracılığını “taraf”ça değil tarafsızca yapması ulusa karşı namus borcudur. Hükümetlerin yanlışları varsa düzeltmek, düzelmiyorsa alaşağı edip yeni kişileri seçmek haktır... Bu hak artık Türk Ordusunun değil, Türk halkının olmalıdır…
"Devrimin devamlılığı sağlanabilseydi..."
27 Mayıs harekâtı, Türk Devrimini askıya alan, onun kanunlarına aldırmayan ve Kemalist çizgiden sapan bir hükümete müdahale için yapılmıştır. Türk Ordusunun yaptığı harekâtın ana maksadı, Türk Devriminin devamını sağlamaktı. İhtilâli yapanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaybolan temel niteliklerini ve bozulan devlet yönetimini yeniden düzenleyerek, yönetimi kısa sürede halkın yeni temsilcilerine teslim etmek istemişlerdi. Türk Askeri hiçbir zaman halkın genelinin onaylamadığı bir harekâtta bulunmamıştır. Devleti yönetemeyen, halkı refaha erdiremeyen hükümetlere yapılan bu tür müdahalelerin ceridesi (günlüğü) ve ders notları, İttihat ve Terakki’den beri bir yerlere yazılmış olsaydı eğer, şimdiki kavram kargaşası yaratılmayacak, devrim, darbe, müdahale kelimeleri birbirinin yerine kullanılmayacaktı.
Devrim, toplum hayatında ani, köklü ve faydalı değişikliğe denir. Eskiden inkılâp denirdi. İhtilâl, halkın başkaldırarak yönetimi ele geçirmesidir. Ayaklanma da denebilir. Darbe, devletin içindeki bazı unsurların güç kullanarak ya da entrikayla yönetimi ele geçirmesidir. Müdahale ise devletin içinde ya da dışındaki bir gücün, yönetilenleri saf dışı ederek duruma el koyması ya da yönetime uyarıda bulunmasıdır.
1961Anayasasıyla devlet yapısında, sosyal ve siyasal kurumlarda devrim niteliğindeki köklü değişikliklerin uygulandığını bilmekteyiz. Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Kredi ve Yurtlar Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu, Türk Standartlar Enstitüsü, Basın İlan Kurumu ve diğerleri Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yeni kurumlarıydı. Özgür basın, özerk Üniversite ve özerk TRT halkın önünü açıyor, yeni grev ve toplu sözleşme hakları toplumda örgütlenmenin ve dayanışmanın güçlenmesini sağlıyordu. Gerçekten siyasal ve sosyal yeni felsefelerle, yeni siyasetçilerle bir dönem kapanmış, yeni bir dönem başlamıştı. Benim kuşağım (askeri, sivili, öğrencisi ve işçisiyle 68 kuşağı denilen kuşak) bu dönemde yetişmiş ve bu dönemde cumhuriyet, devlet, millet, halk, laiklik ve devrim kavramları ile tanışmıştır.
27 Mayıs 1960 gününü izleyen günlerde Atatürk devriminin yoluna baş koyan vatansever subaylar hayal ettikleri toplumsal biçimlenmeyi gerçekleştiremediler. Bölündüler, ayrıştılar ve başlangıçtaki isteklerini tam olarak yerine getiremediler. Bu bölünme ihtilallerin bir özelliği olmakla birlikte, öte yanda pusuda bekleyen popülist (halkçı, halk yardakçısı) siyasetçilerin de bir marifetiydi. Oysa başlangıçta memleket için her birinin kafasında -Orhan Kabibay’ın mektubunda yazdığı gibi- iktidarın sivil siyasetçilere devredileceği gün hep birlikte intiharı önerisine benzer dehşet önerileri vardı. 27 Mayıs devrimi devamlılığı yakalayabilse ve Türk Devrimleriyle özdeşleşebilseydi, yukarıda da söylediğim gibi Türkiye bu günkü Türkiye olmayacaktı. Halkımız devam eden süreçte devrimin kendi kendini yemesini izledi. Her şey açıkça ve milletin gözleri önünde oluyordu. Askerlerin yalın mantığını ve dürüstlüğünü, kasaba kahvelerinde yetişmiş ya da bürokrasinin üst kademelerinden gelmiş politikacılar çok güzel kullanabilmişlerdir... Bu arada olan Türk halkına, o halkı oluşturan kişilere ve kişiliklere, onların kültürüne, gelişimine, özgürlüklere ve toplumun tüm değerlerine olmuştur.
Türk Devriminin sürdürülemediği zaman aralıklarında görülmüştür ki, hiçbir meşruluğu olmayan ve beslendiği yerler kuşkulu olan “karşı devrim güçleri” eylemde, piyasada ve iktidarda olmaktadır. Düşman tarafı ve onun işbirlikçisi olan “menfaat düzenbazları, vicdan sömürücüleri, hukuk yıkıcıları”da bu ara süreçlerde fırsatları iyi değerlendirmektedirler. 2008 yılının Mayıs ayı başında Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi veren DTP Şırnak Milletvekili, “İç Hizmet Kanunu askeri disiplini sağlamak için çıkarılmış bir yasa olup darbenin meşrulaştırılması söz konusu değildir. Bu kanunun ilgili hükmü (35nci mad.) sonraki darbelerin 12 Mart 1971 muhtırası ile 12 Eylül 1980 darbesinin gerekçesi olmaya devam etmiş, adeta hukuk sistemine yerleştirilmiş ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir mayın konumuna gelmiştir.” demişti. Onun derdi demokrasilere müdahalenin haksızlıklarını belirtmek değildir. Onun derdi, ‘TC’ dediği Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve öncelikle devleti korumakla görevli Atatürk’ün Ordusu’nu ortadan kaldırmaktır. Bu demokrasi kahramanlarının niyetleri, disiplinsizleşen orduyu düşmanlara yem etmek, ordusu kalmayan bir devleti de işlemez hale getirmektir.
Daha önceleri yazmıştık; düşman, tespit ettiği devlet kademelerinin ilgisizliğini, bilgisizliğini, tedirginliğini, pasif tutumlarını ve kitlelerden kopukluğunu yakaladığı anda ve yakaladığı yerde psikolojik harekât metotlarının tümünü duraksamadan uygular. Devamlı saldırı prensibiyle, ulusun asabının bozulmasını sağlayacak her araç kullanılır. Devleti devlet yapan birimlere saldırılır, devleti kuranlara saldırılır, Cumhuriyete saldırılır, ulusun özeline ve bayraklaştırdığı değerlere saldırılır. Bunların hepsi bilinçli bir sıraya göre yapılır. Şimdi sıra ulusun gözbebeği, devletin bel kemiği Türk Ordusu’ndadır. Bahaneleriyse hep ‘demokrasi’ olmuştur! Bütün bunlara rağmen Türk Ordusu, Cumhuriyet’ten vazgeçemez. Milli’cidir ve halk’ın ordusu olduğu bilincindedir. Kilit taşının laiklik olduğunu bilir. Devlet’in koruyucusudur ve Türk Devrimi onun yaşam tarzıdır.
Müsebbipler (kötülüklere neden olanlar) ilerki yıllarda net bir şekilde tarih tarafından ortaya çıkartılacaktır. 50 yıl sonra bu gün diyebiliriz ki, müdahaleyi yapanlar hem kendilerine hem de devrim fırsatına yazık etmişlerdir. Bize de milletvekili pazarlıklarının yapıldığı, ancak parası olanların siyasete ilgi duyduğu bir siyasal düzen bırakmışlardır. Askeri müdahaleye ve askerin siyasete karışmasına neden olan siyasetçiler asıldılar ama ölmediler. Aksine itibarlarını geri alıp acıklı bir halk kahramanı olarak tarihteki yerlerini aldılar. 27 Mayıs’ın getirdiği grev ve toplu sözleşme haklarıyla mühendisler bile işçi statüsüne geçmek istemişlerdi. Daha önce amele diye kızını işçiye vermek istemeyen kız babaları, işçiye kız vermeye başladıydı… Sendika ağaları siyasi avantalar uğruna bu özgürlükleri ve güzel gidişi sulandırıp rezil ettiler. Şimdilerde onların altlarında son model resmi sendika arabaları ve emekçilerin gözünde de yeni hokkabazların perdeleri var. Oysa 1961 Anayasasının gerekleri yerine getirilseydi, işçi ücretleri on, on beş kat ilerde, sanayileşme de yirmi, yirmi beş kat yüksekte olacaktı…
12 Eylül harekâtının sonrasındaki yönetimse, gençlerin bir birlerini öldürmelerinin ve siyasi tıkanmışlığın suçunu 1961 anayasasına attı. Anayasayı çok bol buldu ve devleti kolayca yönetmenin çaresini bütün demokratik hakları kaldırmakta gördü. İşçiyi, köylüyü ve emekçi halkı daha da kötü durumda bırakarak ve memleketi neoliberal zihniyetlere teslim ederek o da tarihteki yerine çekip gitti!
"Esas müdahale, halkın müdahalesidir."
İsmet İnönü, ihtilalden sonra “Şartlar gelişirse, ihtilaller hak olur.” diyebilmiştir. Şimdilerde haklı olarak hala 12 Eylül ile 27 Mayıs’ın karşılaştırılması yapılmaktadır. Her iki müdahaleyi yaşayanlar, 12 Eylül 1980’in, 27 Mayıs 1960’ın getirildiklerini nasıl götürdüğünü anlatmaya devam etmektedirler. Türk Devrim’inin devamını kimler istememiştir? Kimler Kemalizm’i Atatürkçülük, devrimi de reform paketi haline getirip küçültmüş ve yok etmişlerdir? Mağdurlarının fazla, sebeplenenlerin de az olduğu bir hareket, oluşum ya da düzenleme, ondan etkilenenlerden onay göremez. Yönetilenler (Halk) için müdahale ve müdahalenin içeriği belki o günlerde fark edilemez ama esas rahatsız olacak ve mağdur olacak olanlar, mevcut yöneticiler ve yöneticiliğe talip olanlardır. Eylemlerinizde arkanızda olanlar, sizi alkışlayanlar sonradan “Bana mı sordunuz!” deyiverirler. Haklı dahi olsanız meşru olmayan bir eylemi hiç kimseye beğendiremezsiniz. Milliyetçi muhafazakârlar beğenmez, merkezciler beğenmez, liberaller, dinciler beğenmez, demokratlar, sosyalistler, batıcılar, doğucular, Türkçüler, Kürtçüler beğenmezler. O halde devlet yönetiminde hedef, her kesimden insanların genelde kabul edeceği meşru zeminler yaratmak olmalıdır.
Yöneten ister kral, padişah, diktatör olsun, yönetim düzeni ister oligarşi, ister Cumhuriyet olsun, yönetebilmesi için kuvvete ihtiyacı vardır. Devlet sistemlerinde bu kuvvet, silahlı kuvvetlerdir yani ordudur. Ordunun milli olması, halk ordusu olması ya da paralı ordu olması yönetenler açısından o kadar önem arzetmemektedir. Çünkü onların istediği ordu, vatan, millet, devlet için savaşmak yerine, öncelikle hükümetin (yönetenin) selameti için savaşacak olan bir ordudur. Hükmeden kim olursa olsun o, kendisine tam itaat eden bir ordu ister. Yönetebilmeyi sürdürebilmesi için yönetenin kendi ordusuna gereksinimi vardır. Eğer orduyu yöneten komutanlar yönettikleri ordunun milletin ordusu olduğunun ayırdındaysalar, bazan (şartlar gerektirdiğinde) kendilerini devletin koruyucusu, hamisi ve giderek sahibi sayarlar. Bunu aşmak için hükümetlerin de kendilerini devletin koruyucusu, hamisi ve sahibi olduklarını bilmeleri gerekir. Yani kendilerine millet tarafından verilen yetkilerin yanında kısaca tanımıyla, koruma ve kollama sorumluluğu’nun bilincinde olmaları gerekir... Hala muasır medeniyetler seviyesine gelmemiş bir halk, etrafında ateş çemberi olan zengin bir yurt toprağı ve kadim tarihten bu yana Anadolu yurdunda gözü olan kalıcı ve bitmez tükenmez düşmanlar… Bu durumda yönetenlerin, yönetilenlere karşı yalnızca yetkilerini kullanıp sorumluluklarını kullanmaması alışkanlığının ortadan kalkmasına kadar “Türk Ordusu sorumlu davranmaya devam etmelidir!” diye düşünmek, fazla mı militarist ve fazla mı ‘darbeci’ bir görüştür?
Türk Silahlı Kuvvetleri de denen Atatürk Ordusu mensuplarının genlerindeki yurdu ve ulusu koruma ve kollamaya dönük dürtüsü istense de yok edilemez! Çünkü TÜSİAD’ın siyasetteki duruşu ile Genelkurmay Başkanlığı’nın duruşu mukayese edilemez. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, Ordu Cumhuriyet tarihi boyunca -hatta Atatürk’ün yetiştiği dönemlerde bile- toplumsal ve örgütsel alanlarda çağdaşlaşmanın öncüsü olmuştur. İkinci neden ise daha önemli ve hiçbir orduda bulunmayan bir özelliğidir; Ordu, milletin ordusudur!
Cumhuriyeti kazandıran kararlar, devrimci kararlardı. Kurtuluş Savaşı bir devrim savaşı ve 1923 Cumhuriyeti de bir devrimdi… 27 Mayıs günleriyle ilgili yeniden bir ‘faaliyet sonu incelemesi’ ve “iç değerlendirme” yapılabilseydi, milli eğitim ve sosyal güvenlik konularında alınan kararların ne kadarının ve nereye kadarının temel ulusal politikalar olduğunu görebilirdik. “27 Mayısı yapanların nefesleri yetmedi devrime! Ne onların, ne de onların getirdiği bilim adamları ve siyasetçilerin birikimleri ve tabanları yoktu. Onlar halka güvenmediler, kurucu mecliste ilk mecliste olduğu gibi halk temsilcileri yoktu…” diyenler haklı mıydı? 27 Mayıs, milli devrimi neden sürdüremedi? Demek ki bir darbenin devrim haline dönüşmesi çeşitli koşullardan kaynaklanıyordu. Siz devrim yaptım dediğiniz zaman devrim yapmıyor, yapamıyordunuz. Devrimin koşulları kendiliğinden oluşmalıydı. Yoksa herkes çok kolayca devrimci olabilir ve devrim yapabilirdi. İşte Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bunun için devrimciydi.
Vasilik dürtüsü (vesayet) ya da koruma ve kollama görevi, partiler üstü bir durumdur. Türkiye’de siyaset ağalarının ve gazete patronlarının ordunun bu özelliğine karşı çıkmaması, hatta zaman içinde halkın “Yetti artık, ne olacaksa olsun!” düşüncesinden aldıkları destekle bu müdahaleleri desteklemeleri, Atatürk Ordusu’nun yönetim görevini üstlenmesine neden olmaktadır. Ordunun yönetim görevini üstlenmesi, önceki iktidarın hatası olan bütün sosyal, siyasal ve ekonomik açıklarını da kabul etmesini gerektirmektedir. Bu gün böyle bir durum söz konusu değildir. Ancak sosyal ve siyasal hayatın dibe vurması, ekonominin çökmesi, açlık ve sefaletin büyük boyutlara ulaşması olasılığı yüksektir, hatta çok yakındır. Türk Ordusunun ve onun generallerinin yakın olan bu olasılık içindeki kötü duruma yalnız başlarına dur diyebilmeleri olanaksızdır. Öncelikle yapılacak olan, seçim yasası ve siyasal partiler yasasını Türk halkının bünyesine uygun hale getirmektir. Bunun için iktidar dışındaki bütün siyasal parti ve grupların yoğun baskısı gerekmektedir. Halkın tamamının iradesi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu milli meclise yansımalıdır. En son yapılan genel seçimlerde halkın iradesinin TBMM’de temsil edildiğini sananlar yanılmışlardır. Siyasi seçimlerin ticari seçimlere dönüştüğü bir sistemde halkın iradesi söz konusu olamaz. Türk halkı ancak kendi bünyesine uygun bir seçim sistemine kavuştuğunda toplumsal kötü gidişlere kendisi müdahale edebilecektir.
"Mustafa Kemal Atatürk fark edilmeye başlanmıştır."
Bu gün, milli eğitimin esası olan öğretmenleri İmam Hatip Liselerinde ya da Amerikan Koleji özentisi okullarda yetiştirenlerin, üniversite öğrencilerini ilkokul öğrencisine ya da bireysel punkçulara dönüştürenlerin günahları gittikçe büyümektedir. Bu nedenle ne 27 Mayıs’ın getirdikleri, ne de 12 Eylül’ün götürdükleri halkın umurunda değildir artık. Hepimiz biliyoruz ki, ulusal güvenlik, sosyal güvenlik, çocukların geleceği ve güvenliği seçimlerde oy kullanan seçmenin hiç umurunda değildir! Umurunda olabilecek vatandaşlarsa, fukaralıktan başını kaldırıp gerçekleri dinleyecek ve doğru siyasetleri görebilecek durumda değillerdir.
Halkımız, 27 Mayıs 1960 günü Mustafa Kemal Atatürk’ü fark etmişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün farkında olmak, yurtsever olmaktır. Vatandaşlarımız, son iki yıldır toplum hayatımıza devamlı darbeler indiren uyduruk davaların niçin açıldığını, askerlere neden devamlı çamur atıldığını faltaşı gibi açılmış gözleriyle izlemektedir. Halkımız, birilerinin başka birilerinden intikam aldığını fark etmektedir. Halkımız, bir zamanlar Harbiyelilerinin Kızılay’daki yürüyüşlerinin öcünün alınmakta olduğunu anlamıştır artık…
50 yıl sonra, 27 Mayıs 1960 günkü Harbiyelilerin Türk ordusunun üst makamlarına geldiklerinde, haklarında darbe planları uydurularak sorguya alınmalarının, zindanlara atılmalarının nedenleri öğrenilmiştir. Halkımız bu günlerde gene Mustafa Kemal Atatürk’ü fark etmeye başlamıştır. Umudumuz artmaktadır. Duyurulur!
Cumhur UTKU
24 Haziran 1960 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan törende Milli Birlik Komitesi üyesi 38 kişinin her biri ayrı ayrı şu yemini etmişti: “Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan hakları prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın, kendimi Türk Milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü gütmeyeceğim. Demokratik Cumhuriyeti yeni Anayasaya göre düzenlemek ve iktidarı yeni Meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılmayacağım. Bunun için şerefim, namusun ve mukaddesatım üzerine ant içerim…”
Aradan bir insan ömrü kadar süre geçtikten sonra her kesimdeki okur-yazarın 27 Mayıs 1960’a nasıl baktığını biliyoruz. Şevket Süreyya Aydemir’in “İhtilalin Mantığı” ile Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar’ın birlikte yazdıkları “İhtilalin İçyüzü” adlı kitap, 27 Mayıs ile ilgili yazılan bütün kitapların en önemlileridir. Bu iki kitabı bütün yurtseverlerin tekrar okunması gerekir. Konuyla ilgili diğer kitapların çoğu yanlı ve maksatlı yazılmıştır. O gün askeri ortaokul öğrencisi olan ve Türk ordusunun urbasını kırk yıl giyen bir askerin altmışını geçtiğinde neler düşündüğü pek merak konusu olmasa gerek. Gene de merak edenler bulunabilir düşüncesiyle yazıyorum.
27 Mayıs 1960 hareketi, birkaç gazeteci ve tez hazırlayan birkaç öğrenci dışında bilim adamlarınca, sosyolojik ve politik incelemeye tabi tutulmamıştır. İncelediğim ve çok az ele alındığını gördüğüm “Türkiye’de ordu ve siyaset ilişkileri” üzerine yazılmış eserlerin de daha bilimsel daha çözümleyici olacağını tahmin etmiştim. Ordu ve siyaset denklemini bizimkilerden önce yabancı sosyologlar, daha ayrıntılı ve tarafsız incelemiş olabilirler. Bu nedenle de Avrupa Birliği çerçeve belgesi içinde maddeleştirilen “Türk Ordusu’nun bağımsız otoritesinin sivil otorite emrinde hareket etmesini” isteyen dayatmalar, onların bizi bizden daha iyi çözümlediklerinin kanıtıdır.
Milli Birlik Komitesi üyeleri, başlangıçtaki yeminlerine sadık kalmak uğruna birbirlerine düşmeselerdi, yönetimi hemen devretmeselerdi ve milli demokratik devrimin gerekleri yerine getirildikten sonra genel seçime gidilebilselerdi, bugün Türkiye daha başka yerde olacaktı. Belki üç siyasetçi İmralı’da, iki yıl sonra da üç subay Ankara’da asılmayacak, 12 Mart muhtırası verilmeyecekti. Belki de 12 Eylül harekâtı yapılmayacak, 28 Şubat 1997 günü MGK kararları okunmayacak ve 27 Nisan 2007 günkü Genelkurmayın internet bildirisi yazılmayacaktı.
Acaba temel rahatsızlıklarımızın çözülmeyişinin nedeni 1960 sonrası süreçte bir virüs gibi beynimize giren Avrupa sosyal demokrasisinin veya yeni serbest piyasa ekonomisinin cazibesine kapılan “neo” aydınlarımız mıydı? Bu kişilere kimler, neden “aydın” demişti? Aydın “halkçı” mı olmalıydı, yoksa halkın içinden “halk aydınları” mı çıkmalıydı? Türkiye’nin kuşatılmışlığı, Gümrük Birliği ile mi yoksa daha önce mi başlamıştı? Devrimin devamlılığı sağlansaydı bu günlerde Helsinki, Brüksel dayatmalarından ve Avrupa Birliği uyum yasalarından söz edilebilir miydi? Bütün ulusal siyaset projelerimizi unutup / unutturup “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”ne imza atabilecek generaller ve siyasetçiler olabilir miydi? Daha başka saymadığım belalar başımıza çuval geçirir gibi geçirilir miydi?
Türkiye’de siyasetle ilgilenen herkes şu önemli gerçeğin hakkını teslim eder diye düşünüyorum: Birincisi, AB çerçeve belgesindeki ilgili karar maddelerine rağmen Türk Ordusu, Türkiye’nin iç ve dış ulusal siyasetinin oluşturulmasında ve uygulamasında daha uzun yıllar duruşuyla genel siyasette etkin olacaktır. 27 Mayıs 1960 gününden 27 Nisan 2007 gününe kadar askerlerin yaptığı bütün müdahalelerin müsaadesini (onaylı güvencesini) askerlere hep Türk halkı vermiştir. Müsaade etmeyenler ya da önce sessiz kalıp sonra arkasına birilerini alıp yakarmaya başlayanlar halk aydınları değil, sözünü ettiğim sözde halkçı aydınlardır.
Kazanılan bunca deneyimden ve çıkartılan yığınla dersten sonra, toplumsal eşitlik sağlanamamış, demokratik ortam ve hakça koşullar yaratılamamıştır. Toplumun değer yargıları çiğnenerek tarladaki, fabrikadaki, çarşıda ve pazardaki halk hep göz ardı edilmeye devam edilmiş ve edilmektedir. Yakın tarihimizdeki bütün askeri müdahaleler, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk devriminin devamı için birer fırsat olmuş ama bu fırsatların kaçması bir yana, 27 Mayıs müdahalesi dışındakiler, devrim düşüncesinden bile uzak kalmışlardır…
Hükümet edenleri denetim ve değerlendirme altında tutmak vatandaşlık görevidir. Bu görev kurumsal olarak başta yasama sonra da yargı organlarınındır. Basın, aracıdır. Aracılığını “taraf”ça değil tarafsızca yapması ulusa karşı namus borcudur. Hükümetlerin yanlışları varsa düzeltmek, düzelmiyorsa alaşağı edip yeni kişileri seçmek haktır... Bu hak artık Türk Ordusunun değil, Türk halkının olmalıdır…
"Devrimin devamlılığı sağlanabilseydi..."
27 Mayıs harekâtı, Türk Devrimini askıya alan, onun kanunlarına aldırmayan ve Kemalist çizgiden sapan bir hükümete müdahale için yapılmıştır. Türk Ordusunun yaptığı harekâtın ana maksadı, Türk Devriminin devamını sağlamaktı. İhtilâli yapanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaybolan temel niteliklerini ve bozulan devlet yönetimini yeniden düzenleyerek, yönetimi kısa sürede halkın yeni temsilcilerine teslim etmek istemişlerdi. Türk Askeri hiçbir zaman halkın genelinin onaylamadığı bir harekâtta bulunmamıştır. Devleti yönetemeyen, halkı refaha erdiremeyen hükümetlere yapılan bu tür müdahalelerin ceridesi (günlüğü) ve ders notları, İttihat ve Terakki’den beri bir yerlere yazılmış olsaydı eğer, şimdiki kavram kargaşası yaratılmayacak, devrim, darbe, müdahale kelimeleri birbirinin yerine kullanılmayacaktı.
Devrim, toplum hayatında ani, köklü ve faydalı değişikliğe denir. Eskiden inkılâp denirdi. İhtilâl, halkın başkaldırarak yönetimi ele geçirmesidir. Ayaklanma da denebilir. Darbe, devletin içindeki bazı unsurların güç kullanarak ya da entrikayla yönetimi ele geçirmesidir. Müdahale ise devletin içinde ya da dışındaki bir gücün, yönetilenleri saf dışı ederek duruma el koyması ya da yönetime uyarıda bulunmasıdır.
1961Anayasasıyla devlet yapısında, sosyal ve siyasal kurumlarda devrim niteliğindeki köklü değişikliklerin uygulandığını bilmekteyiz. Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Kredi ve Yurtlar Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu, Türk Standartlar Enstitüsü, Basın İlan Kurumu ve diğerleri Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yeni kurumlarıydı. Özgür basın, özerk Üniversite ve özerk TRT halkın önünü açıyor, yeni grev ve toplu sözleşme hakları toplumda örgütlenmenin ve dayanışmanın güçlenmesini sağlıyordu. Gerçekten siyasal ve sosyal yeni felsefelerle, yeni siyasetçilerle bir dönem kapanmış, yeni bir dönem başlamıştı. Benim kuşağım (askeri, sivili, öğrencisi ve işçisiyle 68 kuşağı denilen kuşak) bu dönemde yetişmiş ve bu dönemde cumhuriyet, devlet, millet, halk, laiklik ve devrim kavramları ile tanışmıştır.
27 Mayıs 1960 gününü izleyen günlerde Atatürk devriminin yoluna baş koyan vatansever subaylar hayal ettikleri toplumsal biçimlenmeyi gerçekleştiremediler. Bölündüler, ayrıştılar ve başlangıçtaki isteklerini tam olarak yerine getiremediler. Bu bölünme ihtilallerin bir özelliği olmakla birlikte, öte yanda pusuda bekleyen popülist (halkçı, halk yardakçısı) siyasetçilerin de bir marifetiydi. Oysa başlangıçta memleket için her birinin kafasında -Orhan Kabibay’ın mektubunda yazdığı gibi- iktidarın sivil siyasetçilere devredileceği gün hep birlikte intiharı önerisine benzer dehşet önerileri vardı. 27 Mayıs devrimi devamlılığı yakalayabilse ve Türk Devrimleriyle özdeşleşebilseydi, yukarıda da söylediğim gibi Türkiye bu günkü Türkiye olmayacaktı. Halkımız devam eden süreçte devrimin kendi kendini yemesini izledi. Her şey açıkça ve milletin gözleri önünde oluyordu. Askerlerin yalın mantığını ve dürüstlüğünü, kasaba kahvelerinde yetişmiş ya da bürokrasinin üst kademelerinden gelmiş politikacılar çok güzel kullanabilmişlerdir... Bu arada olan Türk halkına, o halkı oluşturan kişilere ve kişiliklere, onların kültürüne, gelişimine, özgürlüklere ve toplumun tüm değerlerine olmuştur.
Türk Devriminin sürdürülemediği zaman aralıklarında görülmüştür ki, hiçbir meşruluğu olmayan ve beslendiği yerler kuşkulu olan “karşı devrim güçleri” eylemde, piyasada ve iktidarda olmaktadır. Düşman tarafı ve onun işbirlikçisi olan “menfaat düzenbazları, vicdan sömürücüleri, hukuk yıkıcıları”da bu ara süreçlerde fırsatları iyi değerlendirmektedirler. 2008 yılının Mayıs ayı başında Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifi veren DTP Şırnak Milletvekili, “İç Hizmet Kanunu askeri disiplini sağlamak için çıkarılmış bir yasa olup darbenin meşrulaştırılması söz konusu değildir. Bu kanunun ilgili hükmü (35nci mad.) sonraki darbelerin 12 Mart 1971 muhtırası ile 12 Eylül 1980 darbesinin gerekçesi olmaya devam etmiş, adeta hukuk sistemine yerleştirilmiş ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir mayın konumuna gelmiştir.” demişti. Onun derdi demokrasilere müdahalenin haksızlıklarını belirtmek değildir. Onun derdi, ‘TC’ dediği Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve öncelikle devleti korumakla görevli Atatürk’ün Ordusu’nu ortadan kaldırmaktır. Bu demokrasi kahramanlarının niyetleri, disiplinsizleşen orduyu düşmanlara yem etmek, ordusu kalmayan bir devleti de işlemez hale getirmektir.
Daha önceleri yazmıştık; düşman, tespit ettiği devlet kademelerinin ilgisizliğini, bilgisizliğini, tedirginliğini, pasif tutumlarını ve kitlelerden kopukluğunu yakaladığı anda ve yakaladığı yerde psikolojik harekât metotlarının tümünü duraksamadan uygular. Devamlı saldırı prensibiyle, ulusun asabının bozulmasını sağlayacak her araç kullanılır. Devleti devlet yapan birimlere saldırılır, devleti kuranlara saldırılır, Cumhuriyete saldırılır, ulusun özeline ve bayraklaştırdığı değerlere saldırılır. Bunların hepsi bilinçli bir sıraya göre yapılır. Şimdi sıra ulusun gözbebeği, devletin bel kemiği Türk Ordusu’ndadır. Bahaneleriyse hep ‘demokrasi’ olmuştur! Bütün bunlara rağmen Türk Ordusu, Cumhuriyet’ten vazgeçemez. Milli’cidir ve halk’ın ordusu olduğu bilincindedir. Kilit taşının laiklik olduğunu bilir. Devlet’in koruyucusudur ve Türk Devrimi onun yaşam tarzıdır.
Müsebbipler (kötülüklere neden olanlar) ilerki yıllarda net bir şekilde tarih tarafından ortaya çıkartılacaktır. 50 yıl sonra bu gün diyebiliriz ki, müdahaleyi yapanlar hem kendilerine hem de devrim fırsatına yazık etmişlerdir. Bize de milletvekili pazarlıklarının yapıldığı, ancak parası olanların siyasete ilgi duyduğu bir siyasal düzen bırakmışlardır. Askeri müdahaleye ve askerin siyasete karışmasına neden olan siyasetçiler asıldılar ama ölmediler. Aksine itibarlarını geri alıp acıklı bir halk kahramanı olarak tarihteki yerlerini aldılar. 27 Mayıs’ın getirdiği grev ve toplu sözleşme haklarıyla mühendisler bile işçi statüsüne geçmek istemişlerdi. Daha önce amele diye kızını işçiye vermek istemeyen kız babaları, işçiye kız vermeye başladıydı… Sendika ağaları siyasi avantalar uğruna bu özgürlükleri ve güzel gidişi sulandırıp rezil ettiler. Şimdilerde onların altlarında son model resmi sendika arabaları ve emekçilerin gözünde de yeni hokkabazların perdeleri var. Oysa 1961 Anayasasının gerekleri yerine getirilseydi, işçi ücretleri on, on beş kat ilerde, sanayileşme de yirmi, yirmi beş kat yüksekte olacaktı…
12 Eylül harekâtının sonrasındaki yönetimse, gençlerin bir birlerini öldürmelerinin ve siyasi tıkanmışlığın suçunu 1961 anayasasına attı. Anayasayı çok bol buldu ve devleti kolayca yönetmenin çaresini bütün demokratik hakları kaldırmakta gördü. İşçiyi, köylüyü ve emekçi halkı daha da kötü durumda bırakarak ve memleketi neoliberal zihniyetlere teslim ederek o da tarihteki yerine çekip gitti!
"Esas müdahale, halkın müdahalesidir."
İsmet İnönü, ihtilalden sonra “Şartlar gelişirse, ihtilaller hak olur.” diyebilmiştir. Şimdilerde haklı olarak hala 12 Eylül ile 27 Mayıs’ın karşılaştırılması yapılmaktadır. Her iki müdahaleyi yaşayanlar, 12 Eylül 1980’in, 27 Mayıs 1960’ın getirildiklerini nasıl götürdüğünü anlatmaya devam etmektedirler. Türk Devrim’inin devamını kimler istememiştir? Kimler Kemalizm’i Atatürkçülük, devrimi de reform paketi haline getirip küçültmüş ve yok etmişlerdir? Mağdurlarının fazla, sebeplenenlerin de az olduğu bir hareket, oluşum ya da düzenleme, ondan etkilenenlerden onay göremez. Yönetilenler (Halk) için müdahale ve müdahalenin içeriği belki o günlerde fark edilemez ama esas rahatsız olacak ve mağdur olacak olanlar, mevcut yöneticiler ve yöneticiliğe talip olanlardır. Eylemlerinizde arkanızda olanlar, sizi alkışlayanlar sonradan “Bana mı sordunuz!” deyiverirler. Haklı dahi olsanız meşru olmayan bir eylemi hiç kimseye beğendiremezsiniz. Milliyetçi muhafazakârlar beğenmez, merkezciler beğenmez, liberaller, dinciler beğenmez, demokratlar, sosyalistler, batıcılar, doğucular, Türkçüler, Kürtçüler beğenmezler. O halde devlet yönetiminde hedef, her kesimden insanların genelde kabul edeceği meşru zeminler yaratmak olmalıdır.
Yöneten ister kral, padişah, diktatör olsun, yönetim düzeni ister oligarşi, ister Cumhuriyet olsun, yönetebilmesi için kuvvete ihtiyacı vardır. Devlet sistemlerinde bu kuvvet, silahlı kuvvetlerdir yani ordudur. Ordunun milli olması, halk ordusu olması ya da paralı ordu olması yönetenler açısından o kadar önem arzetmemektedir. Çünkü onların istediği ordu, vatan, millet, devlet için savaşmak yerine, öncelikle hükümetin (yönetenin) selameti için savaşacak olan bir ordudur. Hükmeden kim olursa olsun o, kendisine tam itaat eden bir ordu ister. Yönetebilmeyi sürdürebilmesi için yönetenin kendi ordusuna gereksinimi vardır. Eğer orduyu yöneten komutanlar yönettikleri ordunun milletin ordusu olduğunun ayırdındaysalar, bazan (şartlar gerektirdiğinde) kendilerini devletin koruyucusu, hamisi ve giderek sahibi sayarlar. Bunu aşmak için hükümetlerin de kendilerini devletin koruyucusu, hamisi ve sahibi olduklarını bilmeleri gerekir. Yani kendilerine millet tarafından verilen yetkilerin yanında kısaca tanımıyla, koruma ve kollama sorumluluğu’nun bilincinde olmaları gerekir... Hala muasır medeniyetler seviyesine gelmemiş bir halk, etrafında ateş çemberi olan zengin bir yurt toprağı ve kadim tarihten bu yana Anadolu yurdunda gözü olan kalıcı ve bitmez tükenmez düşmanlar… Bu durumda yönetenlerin, yönetilenlere karşı yalnızca yetkilerini kullanıp sorumluluklarını kullanmaması alışkanlığının ortadan kalkmasına kadar “Türk Ordusu sorumlu davranmaya devam etmelidir!” diye düşünmek, fazla mı militarist ve fazla mı ‘darbeci’ bir görüştür?
Türk Silahlı Kuvvetleri de denen Atatürk Ordusu mensuplarının genlerindeki yurdu ve ulusu koruma ve kollamaya dönük dürtüsü istense de yok edilemez! Çünkü TÜSİAD’ın siyasetteki duruşu ile Genelkurmay Başkanlığı’nın duruşu mukayese edilemez. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, Ordu Cumhuriyet tarihi boyunca -hatta Atatürk’ün yetiştiği dönemlerde bile- toplumsal ve örgütsel alanlarda çağdaşlaşmanın öncüsü olmuştur. İkinci neden ise daha önemli ve hiçbir orduda bulunmayan bir özelliğidir; Ordu, milletin ordusudur!
Cumhuriyeti kazandıran kararlar, devrimci kararlardı. Kurtuluş Savaşı bir devrim savaşı ve 1923 Cumhuriyeti de bir devrimdi… 27 Mayıs günleriyle ilgili yeniden bir ‘faaliyet sonu incelemesi’ ve “iç değerlendirme” yapılabilseydi, milli eğitim ve sosyal güvenlik konularında alınan kararların ne kadarının ve nereye kadarının temel ulusal politikalar olduğunu görebilirdik. “27 Mayısı yapanların nefesleri yetmedi devrime! Ne onların, ne de onların getirdiği bilim adamları ve siyasetçilerin birikimleri ve tabanları yoktu. Onlar halka güvenmediler, kurucu mecliste ilk mecliste olduğu gibi halk temsilcileri yoktu…” diyenler haklı mıydı? 27 Mayıs, milli devrimi neden sürdüremedi? Demek ki bir darbenin devrim haline dönüşmesi çeşitli koşullardan kaynaklanıyordu. Siz devrim yaptım dediğiniz zaman devrim yapmıyor, yapamıyordunuz. Devrimin koşulları kendiliğinden oluşmalıydı. Yoksa herkes çok kolayca devrimci olabilir ve devrim yapabilirdi. İşte Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bunun için devrimciydi.
Vasilik dürtüsü (vesayet) ya da koruma ve kollama görevi, partiler üstü bir durumdur. Türkiye’de siyaset ağalarının ve gazete patronlarının ordunun bu özelliğine karşı çıkmaması, hatta zaman içinde halkın “Yetti artık, ne olacaksa olsun!” düşüncesinden aldıkları destekle bu müdahaleleri desteklemeleri, Atatürk Ordusu’nun yönetim görevini üstlenmesine neden olmaktadır. Ordunun yönetim görevini üstlenmesi, önceki iktidarın hatası olan bütün sosyal, siyasal ve ekonomik açıklarını da kabul etmesini gerektirmektedir. Bu gün böyle bir durum söz konusu değildir. Ancak sosyal ve siyasal hayatın dibe vurması, ekonominin çökmesi, açlık ve sefaletin büyük boyutlara ulaşması olasılığı yüksektir, hatta çok yakındır. Türk Ordusunun ve onun generallerinin yakın olan bu olasılık içindeki kötü duruma yalnız başlarına dur diyebilmeleri olanaksızdır. Öncelikle yapılacak olan, seçim yasası ve siyasal partiler yasasını Türk halkının bünyesine uygun hale getirmektir. Bunun için iktidar dışındaki bütün siyasal parti ve grupların yoğun baskısı gerekmektedir. Halkın tamamının iradesi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu milli meclise yansımalıdır. En son yapılan genel seçimlerde halkın iradesinin TBMM’de temsil edildiğini sananlar yanılmışlardır. Siyasi seçimlerin ticari seçimlere dönüştüğü bir sistemde halkın iradesi söz konusu olamaz. Türk halkı ancak kendi bünyesine uygun bir seçim sistemine kavuştuğunda toplumsal kötü gidişlere kendisi müdahale edebilecektir.
"Mustafa Kemal Atatürk fark edilmeye başlanmıştır."
Bu gün, milli eğitimin esası olan öğretmenleri İmam Hatip Liselerinde ya da Amerikan Koleji özentisi okullarda yetiştirenlerin, üniversite öğrencilerini ilkokul öğrencisine ya da bireysel punkçulara dönüştürenlerin günahları gittikçe büyümektedir. Bu nedenle ne 27 Mayıs’ın getirdikleri, ne de 12 Eylül’ün götürdükleri halkın umurunda değildir artık. Hepimiz biliyoruz ki, ulusal güvenlik, sosyal güvenlik, çocukların geleceği ve güvenliği seçimlerde oy kullanan seçmenin hiç umurunda değildir! Umurunda olabilecek vatandaşlarsa, fukaralıktan başını kaldırıp gerçekleri dinleyecek ve doğru siyasetleri görebilecek durumda değillerdir.
Halkımız, 27 Mayıs 1960 günü Mustafa Kemal Atatürk’ü fark etmişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün farkında olmak, yurtsever olmaktır. Vatandaşlarımız, son iki yıldır toplum hayatımıza devamlı darbeler indiren uyduruk davaların niçin açıldığını, askerlere neden devamlı çamur atıldığını faltaşı gibi açılmış gözleriyle izlemektedir. Halkımız, birilerinin başka birilerinden intikam aldığını fark etmektedir. Halkımız, bir zamanlar Harbiyelilerinin Kızılay’daki yürüyüşlerinin öcünün alınmakta olduğunu anlamıştır artık…
50 yıl sonra, 27 Mayıs 1960 günkü Harbiyelilerin Türk ordusunun üst makamlarına geldiklerinde, haklarında darbe planları uydurularak sorguya alınmalarının, zindanlara atılmalarının nedenleri öğrenilmiştir. Halkımız bu günlerde gene Mustafa Kemal Atatürk’ü fark etmeye başlamıştır. Umudumuz artmaktadır. Duyurulur!
Cumhur UTKU
Çankaya, 27 Mayıs 2010
Sayın Cumhur Utku:
YanıtlaSil27 NMayıs'la ilgili o içten yazınızı okudum. Bu konudaki okuduğum yazıları en doyurucusu olduğunu peşinen söylememe izin verin. Olumlu ve olumsuz yönleriyle gayet objektif değerlendirmeler yapılmış.Görüşleriniz tarihe ışık tutması açısından hem çok değerli hem de önemlidir.
Keşke bu yazı yüzbinler tarafından okuna bilse..
27 Mayıs 1960'da ortaokul son sıftaydım.. Küçük ve kıyıda köşede kalmış bir ilçede olmamıza rağmen o yaşta bile pek çok olayların farkındaydık.. Sadece 5adet Cumhuriyet gazetesi girerdi ilçemize.. Birisi de öğretmenimizindi. Rica etmi,ştim ondan, okuduktan sonra gazeteyi atmayıp bize vermesini. O da bu ricamızı kırmamıştı.. Arasıra sorular sorardı gazete haberleile ilgili. Verilen cevaplardan gazeteyi okuduğumuzu anlamış polacaktı ki, beni de parasını vererek abone yapmıştı..
İşte ilk 27 Mayıs gerçeklerini o öğretmenimizden duymuştum.. 27 Devriminin kaçınılmaz olduğunu, Türk ordusunun Cumhuriyetin temel ilkeleri konusunda çok hassas olduğunu..
Bir ogünkü bana anlatılanlar derinden etkilemişti beni birde 50 yıl sonra sizin anlattıklarınız, söyledikleriniz..
Hep ihtilali, devrimi, müdahaleyi darbeyi yapanlar suçlanmakta.. Oysa hiç mi suçu yok, bu müdahaleye neden olanların!..
Elbet bu darbeleri savunmak değil,tam tersine bu darbelere neden olanları mahkum etmek kınamak, hatta lanetlemek için söylenmiştir.
Dün "komunizm geliyor" tehdidi goygoyculuğuyla halkı aldatıp soygun ve talan üzerine kurulu işbirlikçi düzenlerini, saltanatlarını, bugün de "darbe" üzerine kumuş görünüyorlar..
TSK, Atasının ve Halkının ordusu olduğunu her koşulda gösterecektir. Yıpratılma gayretleri sadece gaflet değil dalalettir, ihanettir!..
Saygılarımla..
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci DENİZLİ