MEHMETÇİK, PROFESYONELLİK VE GENELKURMAY

“Bütün millete tereddütsüz ve gönül rahatlığıyla arz edebilirim ki, Cumhuriyet orduları Cumhuriyet’i ve mukaddes Türk topraklarını emniyetle muhafaza ve müdafaaya kadirdir ve hazırdır! Milletimiz büyük bir azimle toplumsal ve fikri gelişmesine çalışırken, onu yolundan alıkoyacak dâhili ve harici engellerin karşısında kuvvetli, kudretli, yüksek vazifesini idrak etmiş kahraman ordumuzun hazır bulunduğunu düşünerek müsterih olabilir.”
(Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 12 Ekim 1925 günü İzmir’de Mevkii Müstahkem Kumandanlığını ziyaretinde söylediklerinden)

TÜRK ORDUSUNUN GÖREVLERİ
Türk Silahlı Kuvvetlerinin asli ve resmi görevleri Genelkurmay Başkanlığının ve Kuvvet Komutanlıklarının kendi internet sitelerinde ayrıntılı olarak bulunmaktadır. Yazıyı okumadan önce bu görevleri bir kez daha gözden geçirmek, orduyla ilgili unutulmuş kavramları ve öncelikleri anımsatacaktır. Bu görevler anlaşıldığında, gündelik yorumların ne kadar sığ ve ne kadar yanlı yapıldığı da görülecektir. Genelkurmay Başkanlığının ve Kuvvet Komutanlıklarının görev tanımları, eldeki olanak ve yeteneklerin, uygulanan görev ve tatbikatların, var olan emir, direktif ve yasaların ışığında yapılan değerlendirmeler sonunda alınan kararlarla saptanmıştır. Her görev, bir üst makam tarafından verilmiştir ve onaylanmıştır.
Kolaylaştırıcılığı bakımından burada kısaca Genelkurmay Başkanlığının görevlerini yinelemenin zorunlu olduğunu düşünüyorum.
“Yeni güvenlik sorunlarına ve krizlere uygun şekilde reaksiyon göstermek, belirsizliklere karşı hazır olmak, iç ve dış tehditlere, risklere karşı ülkenin güvenliğini sağlayabilmektir. Bu maksatla; caydırıcılık, güvenlik ya da harekât ortamının şekillendirilmesi, savaş dışı harekât (barışı destekleme harekâtı, doğal afet yardım harekâtı ve iç güvenlik harekâtı), kriz yönetimi, sınırlı güç kullanımı ve konvansiyonel harp faaliyetleri icra etmektir.”


TÜRK ORDUSUNUN PROFESYONELLİĞİ
Ulusal ordu özelliğini yitirmemiş, profesyonelleşmiş ve diğer ordulara örnek olmuş bir orduya sahipsek, bunun nedeni Türk ulusunun öz nitelikleridir. Buradaki profesyonellik kavramı, işinin hakkını veren ve işinde uzmanlaşan anlamındadır. Paralı (lejyoner) anlamı çıkartılmamalıdır. Oysa günümüzde küresel egemenlerin ordularındaki askerlerin aldıkları maaş; vatan, namus ve görev kavramlarından önce gelmektedir. Türk Ordusunun nitelik ve niceliği diğer dünya ordularına benzemez. Türk Ordusu benzerlerine kıyasla daha özgündür. Eşdeğeri yoktur!
Milletin Ordusu ya da Atatürk’ün Ordusu da dediğimiz Türk Silahlı Kuvvetleri, hem ulusal hem de profesyonel olmak zorundadır. Paralı orduların askerleri (yani görevleri mesai mefhumu ve aldığı para karşılığında yapan askerler) “Burası benim vatanımdır”, “Ulusal sınırlar benim namusumdur.” diyemezler, demezler... Böyle bir ordunun hiçbir komutanı savaşta -ve barışta- askerlerine; “Size ölmeyi emrediyorum!” da diyemez. Sakarya meydan muharebesindeki gibi bir ölüm, kalım savaşında hiçbir komutan: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır.” diyemeyecektir. Profesyonel ordularda askerler, alacakları parayı ve muharebe meydanında güneş battıktan sonra eve gitmeyi düşlerler. Türk Er, Erbaş, Astsubay, Subay ve Generali, görev öncesi, esnası ve sonrasında eline geçen parayı düşünmez. Düşünene ‘rast gelinmemiş’tir!
 
HARP TANIMI VE HARP PRENSİPLERİ UNUTULMAMALIDIR
Kara Kuvvetleri, günümüzde Deniz ve Hava Kuvvetleri ile birlikte düşünülmekte ve muharebeler artık müşterek harekât niteliğinde icra edilmektedir. Silahlı Kuvvetlere verilen direktiflerdeki stratejik hedefler bu şekilde ele geçirilir. Cumhuriyet tarihi boyunca tek yapılan müşterek harekât 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıdır. Bu harekât bütün teknoloji eksikliğine ve uluslararası güçlüklere rağmen başarılı olmuştur. Kıbrıs’taki başarının nedeni, mevcut bir siyasi iradenin olması ve Türk halkının da ilk gün Askerlik Şubelerine koşup askere yazılma kuyrukları oluşturarak ulusal destek vermesidir. Ulusal ordunun savaşma üstünlükleri fazladır. (savaşma azim ve kararı yüksektir!) Ulusu oluşturan bireyler bilmektedirler ki kendi çocukları savaşa gidecek, belki de şehit olacak, ama beliren askeri stratejik hedefin ele geçirilmesinden asla vazgeçilmeyecektir.
Harp kavramının bilimsel açılımını burada yinelememiz, diğer terimleri kolaylıkla kavramamıza yardımcı olacaktır. “Harp, barış yolu ile çözülemeyen sorun veya sorunların çözümü için bir devlet veya devletler grubunun diğer bir devlet veya devletler grubuna karşı ulusal güçlerinin tamamını veya bir kısmını kullanarak yaptıkları bir mücadeledir.” Harp (savaş) denilince yalnız silahla yapılan mücadele anlaşılmamalıdır. Ancak her boyutta, her koşulda yapılan ve yapılacak savaşlarda uygulanması kaçınılmaz olan savaş (harp) prensipleri şöyle sıralanır: Hedef / Taarruz / Sıklet merkezi / Komuta ve kontrol birliği / Kuvvet tasarrufu / Sadelik / Sürpriz / Emniyet. (Milli Talimname 14-5I, S.23)
İşte savaş yönetiminin bir sanat olduğunun kanıtı bu prensiplerde saklıdır. Bu sanat, toprak ve hak kazanma sanatıdır. Bilimin verilerini kullanarak ve enerjiyi en az harcayarak karşısındakine diz çöktürmenin yollarını bulur. Ölmeden ve öldürmeden karşısındakine diz çöktürmek sanatını komutanın dehası ve askerlerin kahramanlığı tayin eder. Mustafa Kemal Paşa ve onun askerleri harp sanatını en iyi uygulayanlar olarak harp tarihine geçmişleridir.
Bir veriye göre MÖ. 3600'den bu yana bir yıllık barışa karşılık 13 yıl savaşılmıştır. Bilinen ilk düzenli orduların birbirleriyle yaptıkları harpten bu yana 3,5 milyardan fazla insan ölmüştür. Savaşlarda yalnız muharebe meydanlarında insanlar ölmez. Savaş sonrası sefaletler, savaş gerisindeki dramlar hesaba katılmalıdır. Bu nedenle harp, en kestirme insanlık suçu olmasının yanında insan topluluklarının (ulusların) ömrünü ve varlığını ortadan kaldıran en korkunç tehdittir. Siyaset, her türlü maddi ve manevi vasıtalarla onu önlemeye çalışmalıdır. Siyaseten çözülemeyen sorunların savaşarak çözüme ulaşması siyasi ve diplomatik rezalettir ve insanlık dışıdır.
Ancak toplumsal özgürlükler ve kamusal haklar yok edilmeye başladığında o toplum için savaş kaçınılmazlaşır ve meşrulaşır. Bu açıdan baktığımızda, bir ulusun ordusunun her zaman harbe hazır olması, savaşın çıkma olasılığını düşecektir. Atatürk Ordusu’nun ulusallığını koruması yanında profesyonelce güçlü bulunması ön koşuldur. Ordumuzun bu niteliği, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını ve Türk topraklarını korumak için her zaman önemlidir.
ÖZEL HARP UZMAN GÖREVLİLER GEREKTİRİR
İç Güvenlik hizmetinde görevlendirilen birliklerin, insan kaynakları, teknoloji ve muharebe teknikleri bakımından yenilenmesi, güncelleşmesi ve çağdaşlaşması kaçınılmazdır. Bu maksatla görevli Tugayların avcı ve savaşçı yapılarının değiştirilmiş olması önemli bir gelişmedir.
“Profesyonel Ordu” ile “profesyonel birlik” terimleri birbirine karıştırılmamalıdır. Gerilla ve gerillaya karşı harekâttan sorumlu birliklerin profesyonel özellikte olması kaçınılmazdır. Türk Ordusu gelişen koşullar içinde gayri nizami harp, psikolojik harp ve ayaklanmalara karşı koyma ile ilgili askeri uygulama ve önlemlerin tümünde uzmanlaşma gereksinimi duymaktadır. Bu uygulama ve önlemlere Özel Harp denir, Özel Harp ise uzman görevliler gerektirir.
Kavramları karıştırmak ve birini diğerinin yerine kullanmak son zamanlarda başta medya haberleri olmak üzere herkesin yaptığı hatalardandır. Asker, Mehmetçik, Askerlik, Militarizm, TSK, Türk Ordusu, Atatürk’ün Ordusu, Cumhuriyet Ordusu, Millet Ordusu, Millet-i Müsellaha, Ordu Millet, Silahlanmış Millet, Askeri Vesayet, Askeri Yönetim, Sıkı Yönetim, Askerlik Mükellefiyeti, Profesyonel Ordu, Profesyonel Asker, Komutan, Önder… Bu kelimelerin sözlüklerdeki tam karşılığını öğrendikten sonra konuşmak, sorunları yarı yarıya çözecektir.
İç güvenlikle ilgili başka bir tespit de şudur: Eğer, Türk Ordusu nitelikli bir ordu olmasaydı, komutanlar ‘üstün özellikli Mehmetçik’in komutanı olduklarının farkında olmasalardı ulusal birlik ve bütünlüğümüzle ülkemizin geleceği daha büyük tehditlere maruz kalırdı. Ordunun bu bütünleştirici özelliğini görenler, ona şimdi daha değişik yöntemlerle saldırarak onu ve subaylarını daha değişik tarzda saf dışı etmeye uğraşmaktadırlar.


GÜÇLÜ ORDU, GÜÇLÜ TÜRKİYE
Askerlik hizmet süresi ve profesyonellik adı altında ordu ve askerlik üzerinden halk dalkavukluğu şaha kalkmıştır. Bir Silahlı Kuvvetin kadro, kuruluş ve teçhizatı, muhtemel savaşlarda alacağı göreve göre düşünülerek planlanır. Doğru olan siyasal otoritenin -ki bu otorite yalnızca hükümet erbabının istekleri demek değildir- tehdit algılamasından, imzalanmış ve kabul edilmiş uluslararası bağlaşımların (ittifak) değerlendirmesinden sonraki gereksinmelerdir. Siyasal otorite, silahlı kuvvetlerinden nerede, ne maksatla ve ne zaman bir savaş isteyebileceğini bilmelidir. Kim ve nasıl sorularının yanıtlarını ise silahlı kuvvetin karargâhı inceler, kabiliyetleri değerlendirir, gereksinmelerini çıkartır ve karar için planları uygulanabilir halde, kıtaları da eğitimli ve donanımlı halde tutmakla görevlidir. İşte burada silahlı kuvvetlerin karargâhı emrindeki kıtaların verilecek görevi başarması (zafer kazanması) için gerekli kadro, kuruluş, harp silah araç gereç ve cephaneyi tedarik etmekten sorumludur. Kadro ve kuruluş, personel ikmali olmadan bir işe yaramaz. Personel kaynaklarının tespiti (saptanması), temin edilmesi (bulunması), tedarik edilmesi (elde geçirilmesi), depolanması (saklanması) ve intikalinin sağlanması personel ikmalinin tamamıdır ve bu iş silahtan ve cephaneden önce gelir.
70 milyon Türk'ün yaşadığı, yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle kendi haline bıraktığınızda bin yıl daha yaşayabilecek bir memleketi bu küresel güçler dünyasında özgür ve bağımsız yaşatabilecek tek güç ulusal bir ordudur. Anadolu ve Trakya topraklarını savunmak güçlü bir orduyla olur. Güçlü devletlerin güçlü orduları olur. Güçlü ordular, savaş öncesi, savaş esnası, savaş sonrası süreçlerde ve uluslararası ilişkilerde o devletin gücü olurlar. Bu konuda “Yumurta mı tavuktan çıkar?” söz dalaşına girmek gereksizdir.


KALABALIKLAR SAVAŞ KAZANMAZ
Türkiye savunma ve güvenliği zor bir ülke olmasının yanında insan ve malzeme kaynakları bol bir ülkedir de… Ancak iki ayrı kavram olan ulusal güvenliğin ve ulusal savunmanın öncelikleri gereği, tek elden planlanıp uygulanması önemlidir. (Harp prensiplerinden, komuta ve kontrol birliği…) Bu tek el bizde Genelkurmay Başkanlığıdır. Hükümetler isteklerini Genelkurmay Başkanlığına bildirmekten sorumludur. Genelkurmay Başkanlığı, silahlı kuvvetlerin komutanlığının karargâhıdır. Genelkurmay karargâhını “askeri bürokrasi” gibi nitelemek bilgisizlik değilse aymazlıktır. Bu yüksek karargâh, muhtemel harekât planlarını destekleyecek personel, istihbarat ve lojistik ikmalin gereklerini hükümete bildirmekten sorumludur.
Bu gün Türkiye’de uygulanmakta olan askerlik hizmet çeşitleri şöyledir: Altı aylık kısa dönem erlik, on iki aylık yedek subaylık, on beş aylık er ya da erbaşlık, dövizle askerlik ve bedelli askerlik… Kıyamet, bedelli askerlik üzerinde kopartılmaktadır. Bizce ‘Bedelli Askerlik’ özü itibariyle yanlıştır. Savaşmayı ‘makbuz’ karşılığında kimseye öğretemezsiniz. Yazık ki günümüzde siyaset erbabı para karşılığında askere gitmemeyi, her erkek vatandaşın görevi ve hakkı olan askerliği yapmamayı, halka telkin eder olmuşlardır. Seçim yatırımı olarak genç insan nüfusunun askere gitmemesini teşvik edenler öte yandan profesyonelliğin ne olduğunu bilmeden profesyonel ordu üretmeye çalışmaktadırlar. Bilerek yaratılan ikinci bir çeşit ordu oluşumuna kendilerine sosyal demokrat denilen siyasal grup da bilmeden alet olmakta seçim yatırımı olarak vatanı satma noktasına gelmektedir. Profesyonel ordu çözümleri yanlıştır, profesyonel birlikler olabilir.
Askerlik uygulamaları genellikle dünya devletlerinde halen “mükellefiyet” esası, “gönüllülük” esası ve “para karşılığı” esası olarak üç çeşittir. Bunların tamamı ya da bir kısmını karışık uygulamak ordu disiplinini bozar. Bizim tarihi geçmişimiz ve ülkemizin bu günkü durumu göz önüne alındığında, mükellefiyet (yükümlülük, zorunluluk) esasından vaz geçemeyeceğimiz açıktır.
Asker alma çeşitliliğini ve statü cinslerini sık sık değiştirmek demek, yukarıda önem ve değeri belirtilmeye çalışılan kadro ve kuruluşları sık sık yeniden oluşturmak demektir. Kadro ve kuruluş değişiklik gereksinimi artan nüfusa yer aranmasıyla eş değer olmamalıdır. Fazla nüfusumuz var diye o nüfus savaşmayacak, vatan savunmasına girmeyecek midir? Yoksa çok kanallı plazma televizyon cihazları ya da diz üstü küçük bilgisayarlar mı artık savaşa girecektir? Her işe yarayan, fotoğraf ve film çeken, yön bulan, dinleyen, kaydeden, konuşan, hesaplayan, müzik çalan cep telefonları mı vatan savunmasını yapacaktır? Bütün bunların yanında savaş, personel çokluğundan (kalabalık nüfuslardan) önce nitelikli yetişmiş personel, modern teknoloji, üstün harp silah, araç ve gereçleriyle kazanılır.


KURTULUŞTAN BU YANA İÇ İSTİKRARIN SAĞLANMASI
Cumhuriyetin kurulduğundan yakın zamana kadar yurttaşların büyük bir kısmı sıkıyönetimle yani askerlerce yönetilmişlerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisinden 1925 yılındaki Şeyh Sait ayaklanmasından 12 Eylül rejimi uygulamalarının bittiği 1987 yılına kadar on iki sıkıyönetim uygulama kararı çıkmıştır. Kubilay olayı, İkinci Dünya savaşı, 6/7 Eylül 1955 olayları, 1960 öncesi öğrenci olayları, Talat Aydemir ayaklanması, 15/16 Haziran işçi olayları, 12 Mart uygulamaları, Kıbrıs Harekâtı, Irak iç savaşı, 1978’de başlayan yaygın şiddet olaylarından dolayı sıkıyönetime başvurulmuştur. En az sıkıyönetim uygulanmış illerimiz üç yıl altı ay süreyle Kastamonu, Isparta, Gümüşhane ve Amasya’dır. En uzun süre sıkıyönetimle yönetilmiş ilimiz Yirmi bir yıl iki ay süreyle İstanbul’dur. Onu on üç yıl on bir ayla Kocaeli, on üç yıl dört ayla Diyarbakır ve on üç yıl üç ayla başkent Ankara gelmektedir.
1987’den sonra yerini sözüm ona daha demokratik ama daha etkisiz bir uygulama olan Olağanüstü Hal yasaları almış ve PKK ayaklanmalarında bu yasalar hiçbir işe yaramamıştır. Çatışmada öldürülen PKK’lıların günümüzde faili meçhul sayılması, kahramanların madalyalarını çiğnemesi, intihar eden kahramanların olması ve bölücü terörle mücadelede görev yapanların çetecilikle suçlanmaları, “derin devlet” diye çıkartılan şehir efsaneleri, o yıllardaki “Olağanüstü Hal” uygulamalarının bir işe yaramadığının kanıtı sayılmalıdır.

ASKERİ ANLAŞMALARIN BAĞLAYICILIĞI
Türk Ulusu, dünya coğrafyasının tam ortasında yaşadığı büyük yarımadasını her cepheden savunmak zorundadır. Bu topraklar dış ve iç saldırı senaryolarının en kolay yazılabileceği vatan topraklarıdır. Bu topraklarda askerlik vatan görevidir. Batı ordularında bulunmayan disiplin anlayışı, kaynağını ulusal gelenek ve göreneklerden almıştır. Bizim ulusal ordumuzun personel kaynağı Türk Ulusunun delikanlıları yani Mehmetçiklerdir… Mehmetçikler, sivil hayatlarında iyi eğitim almış vatanseverler oldukları sürece “yetişmiş üstün -mümtaz- askerlerdir” Onlardan vazgeçmek demek bu coğrafyada şimdiden gelecek savaşları kaybetmek demektir.
Amerika Birleşik Devletlerinin müttefik olmaktan çıkıp komşumuz olmasından bu yana askeri ilişkiler ve stratejik hedefler değişmiştir. Avrupa Birliği’nin NATO kuvvetlerini Avrupalıların güvenliği için kullanma isteği göz önüne alınmalıdır. Şimdiki uluslararası denge politikalarında Türkiye uç beyliği görevinden alındıkça ve yalnızlaştıkça, Türk Ordusu uygun silah, teçhizat, uygun kadro ve kuruluş bakımından kendine dönmek ve vatan topraklarında yeterli hale gelmek zorundadır. Ulusal gelirin büyük bir bölümü Orduya gitmektedir. Bu nitelik ve nicelikteki bir orduyu besleyecek ulusal ekonomik programların dışa bağımlı olması ve makroekonomik dengelerdeki zorlanmaları ayrıca düşünülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hangi uluslararası askeri anlaşmaya imza atmış olursa olsun, Türk Ordusunun öncelikli görevi, kendi devletinin topraklarını korumak olmalıdır. Bu görevin bu şekilde olduğu varsayılmış ancak, 1974 Temmuz’undaki tek cepheli Kıbrıs harekâtında bile ambargoyla ve Kuzey Atlantik anlaşması bahane edilerek Atlantik ötesi müdahalelere maruz kalınmıştır. Bu konuda Ordumuzun daha güçlü ve daha caydırıcı olması için ne kadar bağımsızlaşırsa o kadar yalnızlaşması ama o kadar da özüne dönerek güçlenmesi kaçınılmazdır.
Kısaca bundan sonra Türk Ordusu’nun komutanlarının işleri daha da zordur. Küresel ticari dengelerde “ihraç malı” gibi kullanılmak, ilgisiz topraklarda ilgisiz ve düşmanımız olmayan uluslara karşı savaşmak yerine, uluslararası siyasal dengelerde göz ardı edilemeyen bir güç olmak daha zordur. Bu konuyu ulusa ve ulusun temsilcilerine anlatmak ve inandırmak daha da zor bir iştir.
 
PROFESYONELLİĞİN BAŞLADIĞI YER
Savaşlarda zafer kazanan ordular incelendiğinde, harekât planlarında ateş desteğinden önce lojistik desteğe önem verdikleri görülecektir. Gelişen teknolojik hayatı, bilişim ve iletişim dünyasını da göz önün aldığınızda durum gene aynıdır. Elektroniği kullanan yetişmiş personel, değişen doktrinleri iyi bilen lider komutanlar ve onları gönülden destekleyen bir ordulaşmış millet… Bu hep böyle olacaktır ve bunun adı militarizm değildir!
Burada esas, ne uluslararası ittifakların varlığı, ne de iç politikada halk dalkavukçusu yaklaşımlar söz konusu olmadan gerçekçi gereksinmelere uygun, devamlılığı ve uygulanabilirliği olan personel kadro ve kuruluşlarının saptanabilmesidir. İşte bütün mesele budur ve bütün profesyonellik burada başlar. Düşman ister dış tehdit ister iç tehdit olsun bu böyledir…
Savaş yapmayalım dediğinizdeyse, umudunuz olan aşkı da yapamazsınız ve savaşın bataklığında boğulan, savaş sonrasında yaraları saramayan taraf siz olursunuz.


TÜRK ORDUSUNUN ÖZ YAPISI VE HEDEFLERİ DEĞİŞTİRİLEMEZ
Bağımsız ve güçlü bir ordu ekonomik, sosyal ve bilimsel konularda tam bağımsız bir devlet sistemi içinde varlığını sürdürebilir. Bütün bunlar için, çözümler üretecek ve problemleri orduya ve generallere atmayacak dirayetli bürokratik kadro, güçlü toplumsal yapı ve ulusçu bir siyasal çatı gerekmektedir. Bu da uzun dönemde bilimsel ve ulusal (Milli) eğitim sistemi demektir. Sosyokültürel güç, askeri güçten önce ve ondan daha değerli bir ulusal güç unsurudur.
Dünyanın devamlı değişen, yenilenen ve yükselen durum ve değerleri (konjonktürü) karşısında bizi ilgilendiren sorunları çözecek olanların öncelikle düşünecekleri konu, ulusal gücü meydana getiren diğer alt güç unsurlarının önceliklerini tespit etmek olmalıdır. Gerisi, vatanı ve bayrağını seven Mehmetçiklere ve onların komutanlığını yapma onuruna sahip subaylara kalmıştır. Mehmetçik ve komutanı Türk ulusunun göz bebeği ve Türk Ordusunun en önemli silahı olmaya devam etmelidir.

SIRALANAMAYAN YAKICI GÖREVLER
Siyasal dünya ile askeri dünya arasında büyük bir ayrım olduğunu ve bu ayrımın demokrasinin gereği olduğunu devamlı vurgulayanlar, eğer niyetleri kötü değilse hem kendileri yanılmakta hem de bilmeyenleri ayartmakta, yanıltmaktadırlar. Siyaset ve “Silahlı Kuvvet” birbirini etkiler ve tetikler. Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın sosyolojik yapısı, bu halkın yaşadığı Anadolu ve Trakya topraklarının coğrafi konumu ve sınır komşularının durumu itibariyle iç ve dış güvenlikte, siyaset ve ordu birlikte hareket etmek zorundadır. Bundan sonra da birlikte hareket etmek ve ikisini birlikte düşünmek zaruridir. Bize, bizim topraklarımıza ve bizim iklimimize özgü kaçınılmaz siyasal yapıyı dünyanın başka ülkelerindeki herhangi bir siyasal yapıyla demokrasi adı altında kıyaslamak yanlıştır. O siyasal yapının, o rejimin, ya da o ideolojinin adı bin yıl daha Kemalizm (Atatürkçülük) olacaktır, olmalıdır…
1990-94 yıllarında, PKK’nın iyice azıttığı dönemde sözüm ona liberal özgürlükçüler, siyasal sistem tıkanıklığından söz ediyorlardı. PKK’nın ekmeğine yağ sürüldüğünü söyledikleri bu tıkanıklığın nedeni olarak da askeri vesayeti ve de MGK’nu gösteriyorlardı. Aradan 30 yıllık bir süre geçtiği halde siyasal tıkanıklık günümüzde devam etmemekte midir? Günümüz siyasal sisteminin gider boruları tıkanmış ve lağım çukurları Silivri’de taşmamış mıdır? Hükümete muhalefet eden kim varsa içeri atılarak uyduruk iddianamelerle insanlara çamur bulaştırılmış, siyasal parti önderleri zindanlara atılmış, yıllar süren siyasal davalarla bütün millet oyalanmış, yıllar önce icra edilen bir plan tatbikatı bahane edilerek, sırf gözdağı vermek için muvazzaf ve emekli demeden askerler tutuklanmıştır. Memleketin yetiştirdiği insanların onurlarıyla oynanarak yıllar süren sahte gündemler yaratılmış, esas ve temel memleket sorunları göz göre göre yok sayılmıştır. Sözde demokrat, sözde gazeteci ve sözde siyaset yazarları aracılığıyla bütün siyaset pisliğe bulaşmıştır.
Meslekleri siyaset olanların çoğu ve sözde gazeteci-yazar takımının büyük çoğunluğu, mafya, tarikat ve gladyo ile kol koladır. Son elli yıldır bu adamlar isterlerse asker, isterlerse sivil her cinsten ve çeşitten yönetim kadrosunu memleketin başına musallat edebilmişlerdir. Artık kırk kez yuğsanız bu lağım pisliğinden arınamazsınız. Devam eden bu pis siyasete ek olarak da 12 Eylül rejiminden kalma mevcut siyasal partiler yasası ve uygulanan seçim yasası, genel ve yerel diktatörlerimizin seçilmesini sağlamaktadır.


ATATÜRK DEVRİMİNİN DEVAMINDAN BAŞKA ÇARE YOKTUR
Darbeleri ve darbecileri kendi ulusal çıkarları için kullanan bir ABD ile mümkün olduğu kadar çok Türk generalini ruhen kendine bağlayan bir Pentagon’un varlığından söz etmek elbette ki mümkündür. Bizim generallerin tümünün Amerikancı olduğu ve Pentagon’un etkisinde olduğunu söylemek ise TSK’ya ve daha geniş bir kavram olan Türk Ordusuna haksızlıktır…
Türkiye’deki mevcut demokrasiyi beğenmeyenler ve onu devamlı Kuzey Avrupa ülkelerindekilerle kıyaslayanlar neden bir kere de komşularımızın, Avrasya’nın ve Kuzey Afrika ülkelerinin demokrasileriyle kıyaslamazlar? Demokrasi eğer halkın mutluluğu için bir ölçütse, ekonomik ve siyasal bağımsızlık bu mutluluğun neresindedir?
Ancak Kemalist devriminin ve altı ok umdesinin esas isteği olan tam bağımsız bir millet kendi kendini yönetebilir. İşte ancak o zaman demokrat olunur ve ancak o koşullar içinde mutlu olunabilir. Önce “tam bağımsızlık” demeyen / diyemeyen siyasilerin ve generallerin korkuları halkımızı şimdilerde hüküm sürmekte olan bu korku imparatorlarına ve mevcut kızıl sultanlara teslim etmiştir. Bu gün yaşanan istibdat (zorbalık, baskı) döneminin nedenleri incelenirken 1980 sonrası mağdurların büyük çoğunluğunun ordu düşmanlığı göz ardı edilmemelidir. Her şeyde olduğu gibi bu düşmanlığın nedeni olarak da “Suçlu Kenan Evren’dir!” demek, sözde ulusal siyasetin ve 50 yıllık ulusal eğitimin hatalarını yok saymak ve kolaycılığa kaçmaktır.


UYANIK VE ETKEN OLUNMALIDIR
Türkiye’de bazı yönetim doğruları (atanmış görevliler, seçilmiş politikacıların emrindedir.) demokrasi öne sürülerek zaman zaman yüksek bir tempoda istenmekte ve her doğrunun iki nokta arasından değil bir üçüncü noktadan da geçmesi gerektiği gerçeğini atlayarak insanlar yalınkat doğrulara zorlanmaktadır. Doğruların gerçekliliğini bilmeyenler, MGK gerçeğini yok etmiş onun yerine süresi dolan İstanbul Valisini atayabilecek ve yandaş kadroların oluşturulabileceği ismi bile tuhaf (Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı) yeni bir sivil karargâh kurma gafletine gidilmiştir. Acaba bunun nedeni, sekiz yıl önceki bir MGK toplantısında özgüveni tam bir generalin kendinden büyük komutanı dururken başbakanı doğrudan tenkit etmesi midir? Yoksa daha önceki hükümet döneminde Cumhurbaşkanının fırlattığı Anayasayı başkalarının fırlatacağı korkusu mu yatmaktadır? Belki de 1920’den bu yana yaşanan bütün ulusal geçmişin hıncı alınmaktadır…
“Demokrasimiz militarizmin kıskacındadır!” diyerek ahkâm kesenlere kanıp MGK’nu işlevsiz hale getirerek milli güvenlik ve milli savunmayla ilgili günahlar ortaya dökülmedikçe ve bu zafiyet giderilmedikçe, Türkiye dış ve iç tehditlere devamlı açık ve devamlı saldırı altında olacaktır. İşte tam burada Genelkurmay Başkanlarına görev düşmektedir. ‘Düşman asimetrik psikolojik savaş yapmakta, ben bir şey yapamamaktayım…’ diye ağlaşmanın yerine, komutan gibi davranarak bütün silahlı kuvvetleri uyanık ve etken durumda bulundurmak becerisine sahip olunmalıdırlar.
Komuta etmek; askerlerden meydana gelmiş birlikleri ölmek ve öldürmek üzerine yönetmek diye tanımlanabilir. Komuta, yalnızca orduda işleyen ve uygulanan bir kavramdır. Emretmekle komuta etmek karıştırılmamalıdır. Eğer komuta etmek bir sanatsa, Genelkurmay Başkanı komuta etme sanatının en iyi sanatkârı olmalıdır. Bu konuda 2010 yılı Ağustosunda göreve başlayan Orgeneral Işık Koşaner umut vermektedir.
Genelkurmay Başkanlığının son altı ay içinde kamuoyunu bilgilendirirken ayni zamanda Türk milletine bazı yönetimsel uygulamalardan şikâyetçi olduğunu ileten yayınlanmış iki basın açıklaması örnektir.
“Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin 91'inci Yıldönümü kutlamaları çerçevesinde, her yıl geleneksel olarak icra edilen "Garnizon Koşusu", kullanılacak güzergâhın tahsis edilmemesi nedeniyle yapılamamıştır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” (27 Aralık 2010)
“ 5-7 Mart 2003 tarihinde 1’inci Ordu Komutanlığında yapılan bir plan semineri ve bu seminerle ilişkilendirilmeye çalışılan ve bir darbe planı olduğu iddia edilen planla ilgili olarak başlatılan kovuşturma işlemi devam etmektedir. Halen tutuklu bulunan 163 askeri personelin, tutuksuz yargılanmak üzere yaptıkları müracaat 5 Nisan 2011 tarihinde itiraz mahkemesi tarafından ikinci kez reddedilerek, tutukluluk hallerinin devamına karar verilmiştir.
Devam eden yargı sürecine müdahale anlamına gelebilecek davranışlardan özellikle kaçınan Türk Silahlı Kuvvetleri, yargılamayı etkilemeyecek şekilde, çeşitli defalar açıklamalar yaparak, ilgili makamları bilgilendirerek, yapılan seminerin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, neleri kapsadığını ve kimlerin hangi emirlerle katıldığını tereddüte yer bırakmayacak şekilde izah etmiştir. Benzer hususlar, savcılık makamlarınca görevlendirilen bilirkişi raporlarında da açık bir şekilde yer almaktadır.
Hal böyle iken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevli ve emekli 163 personelinin tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekilmektedir. Bu nedenle, dün verilen tutukluluk halinin devamına ilişkin kararı kamuoyunun bilgisi için olduğu gibi yayınlıyoruz. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” (06 Nisan 2011)
Yukarıdaki iki basın bildirisinin de önemi, basit ama akılcı değerlendirmelerde bulunmasındandır. Hem sıkıntılar bildirilmiş, hem mevcut Kemalist taraf belli edilmiş, hem de yasalara saygı çerçevesi dışına çıkılmamıştır. Bu tutum, disiplinli, görevini bilen, itaatkârlığını bozmayan kendine güvenen ve astlarını kurda kuşa kaptırmamak için öncelikleri tespit ederek onlara güven veren bir tutumdur.
“Komutana duyulan güven, askerlerin tutkalıdır.“ derler, elbette doğrudur. Her iki basın bildirisinde komutanın yalın kılıç bir direktifi yoktur. İki bildiride de yazıyı kendisi kaleme alan sitemkâr bir komutan edası, soğukkanlı bir komutan duruşu ve akıl dolu bir komutan karakteri vardır. Harp sanatı zor bir sanattır. Harp dışı süreçlerdeyse yüksek komutanlığın önderliği çok daha zor bir görevdir. Her iki bildiriyle seçim, siyaset ve hukuk konuları da düşünülerek tarihe kayıt düşülmüş ve zor görevlerin üstesinden gelineceği işareti verilmiştir. Özellikle ikinci bildirinin mahkeme ara kararını ek olarak belirtmesi, medyanın eksik bıraktığı kamu oyunu bildirme görevi de içermektedir.


HEDEF; ULUSUN REFAH VE MUTLULUĞUNUN İDAMESİNİ SAĞLAMAKTIR
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Işık Koşaner’in daha önce dört yıl süreyle kesintisiz Harp Okulu Komutanlığı görevini yapmış olması, gelecekteki Türk subayının çağdaş davranan ve ulusal düşünen bir subay olacağının umudunu arttırmaktadır.
General Koşaner’in daha önceleri de Komando ve Özel Kuvvetler birliklerinde görev yapması, Milli Savunma Bakanlığı müşavirliğinde bulunması ve Kıbrıs Komutanlığı görevleri, onun TSK’nin personel, harp, silah, araç, gereç, dış politika ve stratejik gelişmeler konularında önceden saptanmış ve onaylanmış Genelkurmay Başkanlığının görevlerini yetkin bir şekilde yerine getireceğine bizi inandırmaktadır.
Ulusal savunma ve güvenlik konusunda siyaset dünyasındaki umutlarımız sönerken asker dünyasındaki umutlarımız artmaktadır. Gene burada da hedef prensibini unutmamak gerekir. Uluslararası arenadaki barış şartlarında, yapılan ve yapılacak soğuk ve sıcak savaşlarda hedef; ulusun gönencini, varsıllığını, dirlik ve düzenini sağlamaktır.
Umut çare değildir ama umutsuzluk da kör kuyularda çözümsüzlüktür. Ulusçu, ulusalcı ve işinin ehli komutanların varlığı ordumuzu, ordumuz da devletimizi güçlendirecek, güçlü devletse ulusun mutluluğuna hizmet edecektir.

Çankaya, 10 Nisan 2011

 

Not: Katkıda bulunan arkadaşlarım:
1. Erol UĞUR E.Tuğgen. 2. İbrahim TAŞDİLDİREN E.Tnk.Kd.Alb.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI