NATO TÜRKİYE’YE VE TÜRK ORDUSU’NA YARARLI OLMUŞ MUDUR?
ANTLAŞMA ÜLKEYE YARAR SAĞLAMALIDIR
Başlıktaki bu soruyu sormak artık günümüzde kaçınılmaz olmuştur. Bir ulusun özgürlüğü ve gönenci, o ulusa ait devlet örgütünün tam bağımsızlığı ile paraleldir diyenler, bu sorunun yanıtını da aramak zorundadırlar. Genel anlamı ve değeri itibariyle topluluklar arasında yapılan her çeşit antlaşma, pakt ve sözleşmeler yararlı olacağı için imzalanır. Bu tür imzalar uluslarının geleceği düşünülerek atılır. Hükümetler ulusları temsil ederler ve imzaları bağlayıcıdır. Her imza, imza sahibinin temsil ettiği ülkeye çıkar sağlamak için atılır.
NATO NEDİR?
Kuzey Atlantik Antlaşması ABD dâhil 12 devlet tarafından 4 Nisan 1949 günü Washington’da imzalanmıştır. Türkiye ve Yunanistan’ın başvuruları incelenmiş ve 18 Şubat 1952 günü pakta kabul edilmişlerdir. “Neden Amerika?” ve “Neden Washington?” sorularının yanıtlarını başkalarına bırakalım. O günden bu güne NATO ve ülkemizle ilgili değerlendirmelere geçmeden önce antlaşmanın maksadının yani görevinin (rolünün) Türkçesini anımsayalım:
“ Bu antlaşmanın tarafları, Birleşmiş Milletler yasasının amaçları ve ilkelerine olan inançları ve bütün halklar ve bütün hükümetlere barış içinde bir arada yaşama arzularını teyit ederler. Demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar. Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar. Toplu savunma, barış ve güvenliğin korunması için çabalarını birleştirmekte kararlıdırlar. Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması’nı kabul etmişlerdir.”
1955’de Almanya, 1982’de İspanya ittifaka katılmışlar ve üye sayısı uzun yıllar 16 olarak kalmıştır. 1999 yılında Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya üyelikleri kabul edilmiştir. 2 Nisan 2004 günü de Bulgaristan, Romanya, Letonya, Estonya, Litvanya, Slovenya ve Slovakya NATO’ya katılarak üye devlet sayısı 26 olmuştur. Haziran 2004’deki İstanbul zirvesinde Arnavutluk, Hırvatistan ve Makedonya için Üyelik Eylem Planının devamına, Ukrayna’nın eylem planına dâhil edilmesine karar verilmiştir.
NATO’nun askeri yapısı, ülkelerin belirli koşullarda pakta tahsis ettikleri kuvvetlerden ibarettir. Bu kuvvetler bu günkü yapıda üç ana kategoriden oluşur: Acil ve Çevik Mukabele Kuvvetleri / Ana Savunma Kuvvetleri / Takviye Kuvvetleri.
NATO’nun harekât hazırlıkları ve eylemlerine, sıralı bir yapı içinde görevli komitelerin çalışmaları sonucunda karar verilir. Mevcut 39 komitenin bazıları ittifakın ilk yıllarında kurulmuş olup uzun yıllar karar alma sürecinde etkili olmuştur. Bazı komitelerse soğuk savaş sürecinin sona ermesinden sonra Avrupa’daki değişen güvenlik ve yeni kabul edilen üyelerin uyarlamaları kapsamında kurulmuştur. Genel Sekreterlikteki önemli komiteler şunlardır:
Kuzey Atlantik Konseyi, Savunma Planlama Komitesi, Nükleer Planlama Grubu, Askeri Komite, İcra Çalışma Grubu, Konvansiyonel Silahların Kontrolünde Üst Düzeyli Görev Gücü, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Ortak Komitesi, Barış İçin Ortaklık Konusunda Politik-Askeri Yönetim Komitesi, Hava Savunma Komitesi, Danışma, Komuta, Kontrol Kurulu, Hava Komuta ve Kontrol Sistemi, Üst Düzeyli Siyasi Komite, Atlantik Politika Danışma Grubu, Siyasi Komite, Akdeniz İşbirliği Grubu, Standardizasyon Komitesi, Altyapı Komitesi, Bilim Komitesi, Sivil Ve Askeri Bütçe Komitesi, Konsey Operasyonları Ve Tatbikatları Komitesi, Hava Trafik Yönetimi Komitesi.. Bu komiteler üye devlet temsilcileriyle düzenli olarak toplanır.
SON NATO KARARLARI VE TÜRKİYE
Devlet ya da hükümet başkanlarının ülkelerini temsil ettiği Kuzey Atlantik Konseyi, en son 2010 Kasım ayı sonlarında toplandı. Lizbon’daki bu son toplantıda yeni güvenlik ve savunma stratejileri saptandı. Bu doğrultuda nükleer savunma kalkanı oluşturulması için ilke anlaşmasına varıldı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, zirve öncesinde yaptığı konuşmalarda füze savunma projesinde Türkiye olarak çekincelerinin olduğunu, soğuk savaş dönemindeki gibi cephede ileri karakol olmayı kabul etmediklerini söyledi. Komşu ülkelerden Türkiye’ye herhangi bir tehdit algılamadıklarını da ekledi. Daha önce hiç yapılmamış böyle bir çıkış, Türkiye’deki ulusalcı çevrelerde olumlu karşılanırken, dışarda özellikle Yunanistan ve Fransa temsilcilerinin Türkiye hakkında ağır ithamlarda bulunmalarına neden oldu. Tam umut veren konuşmalar çok iyi oldu derken, imza sürecine gelindiğinde söylenen bu sözler umut olmaktan çıktı. Çünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Dışişleri Bakanının konuşmalarını yok saydı, yeni strateji belgesini ve füze kalkanı projesini alışıla gelmiş teslimiyetçilikle onayladı. Böylece son NATO zirvesinde Türk Ordusunun dış politikada, özellikle Orta Doğu politikalarında etkinliği kendi devlet temsilcilerince edilgen hale getirilmiş oldu.
Amerika ve NATO’ya egemen olan Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin daha henüz NATO’yu dışlayacak ulusal bir politik olgunluğa ulaşamadığını gayet iyi bilmektedirler. Bu tür çıkışların, iç politika kaynaklı ve bireysel olduğunu bilmek için de ABD elçiliklerinin artık dedikodu ve gündem değiştirmeye yarayan gizli belgelerini okumaya gerek yoktur.
Bugün uluslararası genel savunma ve güvenlik stratejileri, nükleer silahların kimlerin, hangi ülkelerin elinde olduğu düşünülerek çizilmekte ve geliştirilmektedir.
NATO, üçüncü dünya ülkelerinin olası nükleer saldırılarına karşı ittifaktaki mevcut nükleer silahları kullanmayı tehdit ederek dengeleri korumaya çalışmaktadır. Nükleer silahı olmayan üye ülkelere de Rusya, İran, Hindistan, Kuzey Kore ya da Çin Halk Cumhuriyetinden gelecek nükleer saldırılara karşı sözüm ona koruma güvencesi vermektedir.
ABD, gerek nükleer gerekse konvansiyonel silahların kontrolünün Kuzey Atlantik Paktı üzerinden yapmanın daha güçlü ve daha meşru olacağını bilmektedir. Ancak “Lizbon zirvesinde Rusya başbakanı Medvedev’in işi neydi?” sorusuna yanıt çok uzun olacağı için bir başka yazı konusu yapılmalıdır. Ancak aklımıza Hıristiyan ve Müslüman günahlar gelmektedir. Üstelik Katolik, Ortodoks, Şii, Sünni gibi günahlar ve aralarındaki egemenlik kavgaları…
EMPERYALİZM VE ÇEVRE
“Kedi kedidir!” diyen Sarkozy ve bütün batı dünyası yöneticileri, Kuzey Atlantik’e yeni bir tehdit bulmuşlardır. Artık NATO’nun hedefi uluslararası terörizmdir! “Uluslararası Terörizm” denilenden amaç, kendi ülkelerindeki küresel yayılmacı ve anamalcı sömürgen yönetimler için ayaklanan İslami savaş örgütleridir. El Kaide, Hamas, Hizbullah, Taliban ve diğerlerinin isteklerini duymazdan gelip tümünü terör örgütü yapmak, İslam dininin bir terör dini olduğunu söylemek demektir. Tartışmaya açık bu konuyu esas alarak NATO’nun devamını sağlamakta açık bir kasıt vardır. Önderleri, örgütsel yapıları ve ana amaçları dâhil tam bilinmeyen ve tam tanımları yapılamayan bu silahlı örgütlerin terör örgütü olduklarını, dünyadaki diğer ülkeler kabul etmiş midir?
Hem Müslüman hem de çağdaş olmak isteyen biz Türkler iki cami arasında beynamaz mı kalıyoruz? NATO’nun yeni hedefinin İslam ülkelerindeki emperyalizme karşı başkaldırılar olup olmadığı artık görülmelidir.
Savunma kalkanı projesinde ABD, Fransa ve Almanya’nın bozulan ekonomileri nedeniyle NATO’nun mali yükünü artık paylaşmak istemedikleri ya da şimdiye kadar yaptıkları ödeme oranlarında bedel ödemeyecekleri anlaşılmıştır. Batı bütçelerinin iflas etmekte olduğu günümüzde hiçbir hükümet, diğerler ülkelerin savunması için para ödemeye yanaşmamaktadır. Antlaşmadaki varsıl ülkelerin diğer üyelerden daha fazla para ödemelerinin nedeni “stratejik ortaklık” adı altında kendi çıkarını gözetmek için olduğu anlaşılmıştır. Artık insanlar kendilerinin olmayan hiçbir silaha ve hiçbir savaşa mali kaynak ayrılmasını istememektedirler.
NATO güvenlik yatırım programlarında 2001 yılındaki üye ülkenin paylarına düşen masraf yüzdelerine baktığımızda, ABD’nin %25,5 ile en fazla masraflara katılan devlet olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin genel masrafların %1,13’üne, Yunanistan’ın ise %1,05’ine katıldığı görülmektedir.
Savaş silah, araç ve gereçleri için harcanan mali ve enerji kaynaklarının dünyayı yaşanamaz yaptığı, oysa yaşanabilir bir dünya için bu kaynakların çevresel (ekolojik) tehditlere karşı koymak üzere harcanmasının gereği düşünülmeye başlanmıştır. NATO yaşadığı sürece dünyamızın herhangi bir bölgesinde hep savaş tehdidiyle insanlar birbirini öldürecek, insanlık kahrolacaktır. Bir mantık yürütmeyle şu sonuca varılabilir: Dünyaya yararlı olamayan aksine zarar veren bu pakt, Türkiye’ye de yararlı olamaz ve zarar verir.
Eğer üye ülkelerin yöneticileri kendi ulusları için içten ve özgür düşünebiliyorlarsa, silah tüccarlarının istekleri doğrultusunda Kuzey Atlantik Antlaşması’na yeni hedefler saptamayı bırakmalıdırlar. Oy birliği ile bu antlaşmayı fesih edip hazır kurulu örgütü, Birleşmiş Milletler kuruluşu dışındaki çevre örgütlerine teslim etmelidirler. “Çevre Düşmanlarına Karşı Savunma Antlaşması” gibi bir antlaşmayı yaşama geçirmelidirler. Bilinen ama Amerikan hükümetleri ve CİA denetiminde olup olmadıkları pek bilinmeyen şu çevreci örgütler birleştirilmelidir:
Uluslararası Doğa Koruma Birliği, IUCN / Dünya Doğayı Koruma Vakfı, WWF (World Wide Fund For Nature) / Doğal Hayatı Koruma Derneği, WCS (Wildlife Conservation Society) / Greenpeace / Uluslararası Kuşları Koruma Konseyi, (Birdlife International) / Uluslararası Fauna ve Flora, FFI (Fauna and Flora International) / Durell Doğal Hayatı Koruma Birliği, DWCT (Durell Wildlife Conservation Trust) ve diğerleri..
Fazla soyut, hayalî ya da küreselleşmenin bir başka sürümü denebilir. Oysa bu girişim zaruridir.
TÜRK ORDUSU KIPIRDAYAMAZ DURUMA GETİRİLMİŞTİR
Kuzey Atlantik paktı, bizim ulusal harp ve silah teknolojimizi asimile ederek ulusal savunma sanayimizin dışa bağımlılığını arttırmıştır. Tarafımızdan Amerika’nın Sovyetlere karşı ileri karakol görevi yerine getirilirken ulusal akıl, ulusal duygu ve onursal davranışlardan da uzaklaşılmıştır.
1992’den sonra NATO işlevini kaybetmiş ancak bir takım ekonomik nedenlerle pakt kendini bozmamış, biz de paktın içinde kalmaya devam etmişiz. Bu durum Sovyetlerin parçalanmasıyla ortaya çıkan Türk soylu kardeş ülkelerle ve diğer Avrasya ülkeleriyle aramızda siyasal ve ekonomik ilişkilerin kurulup gelişmesini de önlemiştir.
Uluslararası antlaşmaların amacı ve çeşidi ne olursa olsun maddi güç kimdeyse söz sahibi o olmakta, söz sahibi kimse, antlaşma daha çok ona hizmet etmek gereğini duymaktadır. Antlaşma içindeki güçlü ülke size bazı askeri olanaklar ve eğitimler veriyorsa, bunun amacı Antlaşmadaki maddelerde ön görülen konular için değil, kendi çıkar amaçlarını yerine getirmek içindir.
Bir ordunun ulusal ordu olabilmesi için ulusal güvenlik nedeniyle çoğunluğu mükellefiyet (zorunluluk) esasına göre silahaltına alınan askerlerden meydana gelmesi gerekmektedir. Ulusal ordunun personel kaynağı yerli halktır. Subay okulları, aristokrat sınıftan değil halkın içinden seçilen çocukların eğitim ve öğretimi sonucu subay yetiştirirler. Bizde bu okullara ‘Harbiye’ denir. Türk Silahlı Kuvvetleri de Kurtuluş Savaşından bu yana ulusallığını koruyan orduların başında gelir. Ulusal ordular kurtuluş savaşlarında kurulur ve ulus devletlerin doğmalarına neden olurlar. Ulus devletin doğmasına neden olan bir ordunun, küresel düşmanlarca kuşatılması doğaldır. Çünkü ulusal ordu, uygulanan rejimin güvencesidir. Saldırıların çıkış noktasının ‘militarizm’ ve ‘statükoculuk’ kavramları olmasının esas nedeni de budur.
Orduların savaşma yeteneği ve diğer özellikleri konusunda öteden beri kıyaslamalı çizelgeler yayınlanır, dünya orduları birbirleriyle yarıştırılır ve notlar verilir. Bu konuda internette etkili bir site vardır.
Bu siteye göre Türk Ordusu tüm dünya orduları içinde “tradition” (savaş gelenekleri, tecrübesi, eğitimi ve dayanıklılığı) alanında 10 üzerinden 9 olan iki ordudan biri olarak gösterilmektedir. Bu konuda 10 alan ordu yoktur. 9 alan diğer orduysa İngiltere ordusudur. Türk Ordusuna en çok yaklaşan ordular, Almanya (8), İsrail (8), Finlandiya (8) ordularıdır. Amerikan ordusu (USA) 7 puanda kalmış gözükmektedir. Sitede Türk Silahlı Kuvvetleri, Avrupa bölgesinde -ki Rus Ordusu da dâhil- genel klasmanda üçüncü büyük güç olarak değerlendiriliyor. TSK, muharip güçlerin nicelik ve nitelik bileşkesinden oluşan “combat power” klasmanında da 972 puan ile yine üçüncü. Subay ve astsubayların niteliklerinin ölçüldüğü “leadreship” alanında da verilen puan ise on üzerinden yedi… Bu alanda TSK'yı geçen tek ülke 9 ile İngiltere.
İngiliz, Alman, Fransız subaylarıyla Türk subayını kıyaslayan hamasi fıkralarını çok dinlemiştik. Türk Subayını ve Türk Ordusunu bazı çizelgelerde diğer ülke ordularıyla kıyaslayarak değerlendirmek, çok yalın olarak ticari bir bakışın sonucudur. Bir ülkenin Silahlı Kuvvetlerinin savaşa hazır olma durumu ve savaşma gücünün sınıflandırılması, Cola şirketleri arasındaki sınıflandırma gibi işin satış ve pazarlama faslıdır. Teknolojisi ve yetişmiş asker sayısı fazla olan orduların bütün savaşları kazanacağı garantisi yoktur. Orduların teknolojik ve sayısal özelliklerinden önce değerlendirilmesi gereken şey, o ordunun mensup olduğu ülkelerin ulusal güç unsurlarının katsayıları olmalıdır.
Gazete, dergi ve internet sitelerinin strateji sayfalarındaki kıyaslama çizelgelerine pek fazla takılmamak gerekir. Bir Silahlı Kuvvetin savaş gücü, savunma azmi ve muharebe deneyimi ülkenin bütün “Ulusal Güç Unsurlarıyla” birlikte değerlendirilmelidir. Hele konu Türk Silahlı Kuvvetleri yani Türk Ordusu olursa “combat power” klasmanı değil, o Silahlı Kuvvetlerin hangi ulusa ait olduğu da düşünülerek ayrı kulvarlar göz önün alınmalıdır.
Türk Subayı “leadership” alanında değil, “Ya istiklal, Ya Ölüm!” şiarında değerlendirilmelidir. O zaman İngiliz subayı ile Türk subayının kıyaslanması bildiğimiz o komik fıkralardan da öte bir durum alır... Kısaca “Harbiyelilik” -elbette Mülkiyelilik ve Tıbbiyelilik de- bambaşka bir değerlendirme konusudur! Ulusu için savaşmak ve yaşadığı coğrafyayı kutsal saymak, savaşçıların genleriyle ilgilidir.
Amerikan generallerinin emekli olduktan sonra küresel şirketlerin yönetim kurullarında görev aldıklarını gören aklı evveller, 1985’lerde Türk Silahlı Kuvvetlerini limitet şirketlerin kurumsal yapısına indirgeyip bizdeki köklü askerliği sözde bilimsel hale getirmek istemişlerdir. “Duruma dayalı eğitim” “Geri besleme” falan gibi sözüm ona bilimsel terimleri Türkçeye çevirerek subayların önüne koymuşlar, bunları kabul etmeyenleri de bağnazlık ve çağdışılıkla ayıplamışlardır. USA askeri eğitimini ve USA Doktrin Komutanlığı şablonlarını Amerika’dan getirerek NATO’ya uyum sağlamak bahanesiyle bizim olan değer, değerlendirme ve özelliklerimizin kaybolmasına neden olmuşlardır. Belki de Türk Ordusunun bu günkü “demokrasi aşığı” duruma gelmesi bu yüzdendir.
Amerikan ve AB yanlısı olmayan kişi ve kuruluşlara “statükocu” diyen, “TSK kaldırılsın!” diyecek kadar hıyanet demokratı olanların söz söyleyebilme güçlerinin nereden geldiği ve nereye doğru gittiği ortadadır. Düşünmeye değmez mi?
NATO’NUN YARARLARI VE ZARARLARI
NATO’yu iki süreçte incelemek gerekir. Yararları zararlarından çok olan 1952-1992 arası ve zararları yararlarından çok olan 1992-2011 arası…
Esasen NATO’nun arayıp bulunabilen iki kuşkulu yararı vardır. Birincisi, ikinci dünya savaşı sonrası var olduğu söylenen Sovyetlerin istila arzularına karşı koruma sağlamış olmasıdır. İkincisi ise NATO’dan askeri bilim ve teknoloji açısından yararlanılmış ve ordumuzun çağdaşlaşma gayretlerine katkı sağlamış olmasıdır.
Bu iki yarara karşın Türk Silahlı Kuvvetleri, 1952’den sonra Amerika’nın güncelliğini kaybetmiş askeri yardımları ve eski silah, araç ve gereçleriyle donatılmaya başlanmıştır. Zaten sanayileşmemiş Türkiye’de imalat atölyelerinden öteye gidemeyen mevcut savunma sanayii, NATO’ya girdikten sonra üye ordulara hafif silah mühimmatı yapan Kırıkkale fabrikalarının dışında bir gelişme gösterememiştir. Nuri Killigil havanlarının, Kayseri uçak fabrikasının ve Haliç tersanesinin üretimi durmuş, teşviksiz kalan silah atölye ve fabrikaları kapanmıştır. Bu durum Kıbrıs harekâtına kadar sürmüştür. Harekât esnasında NATO silahlarının kullanılamayacağı vetosu ve uygulanan silah ambargosu, ulusal silah sanayiinde kıpırdanmaya neden olmuştur. Karadeniz’in tabanca ustaları, ancak Temmuz 1974’den sonra toplumsal aklımızda meşru yerini almaya başlamıştır. Devlet bütçesinden değil, vakıflar kurularak ulusun bireysel katkılarıyla ASELSAN kurulmuştur. Şimdiki savunma sanayii kuruluşlarımızı ve fabrikalarımızı o zamanki silah ambargosuna borçluyuz.
Kuzey Atlantik Antlaşması ordumuzun harp, silah, araç ve gereçleri bakımından dışa bağımlı duruma gelmesi bir yana, onun ulusal eğitim, öğrenim ve harbe hazırlık faaliyetlerinde ulusal niteliklerini de ortadan kaldırmıştır. Tercüme edilen Amerikan sahra talimnameleri Harbiye ve Sınıf Okullarında okutulmaya başlanmıştır. NATO kurs ve okullarına kurmay subaylar gönderilmiş, üstelik bu amaçla yurt dışına gidişler bir yarış ve mükâfat haline getirilmiştir. Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetlerindeki eğitim ve öğretim ise tamamen ABD araçları ve ABD’nin düşünce sistemiyle yapılmaya, yapılanmaya başlanmıştır. İşin kötü yanı bu süreç yıllar boyu ve yavaş yavaş devam etmiş, sıcak suda kurbağa haşlama metodu çok güzel uygulanmıştır.
Yakın zamana kadar hükümetler ve Genelkurmay, Türkiye’nin milli güvenlik stratejisinin NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin stratejisi paralelinde olduğunu bile fark edememişlerdir. 1974 Kıbrıs Harekâtı, Genelkurmayımızın NATO’ya güven duymamasının başlangıcıdır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay’ın birinci Körfez savaşında Amerikancı siyasetle ters düşerek görevinden istifa etmesi, Pentagon’un Türk Ordusunun komuta kademesine güvensizliğinin de miladı olmuştur. İhtilaller dâhil, son elli yıldır meydana gelen iç ve dış siyasal olayların hiçbiri Türk Ordusunun NATO ile olan ilişkilerini bu iki olay kadar zedelememiştir.
NATO, yanlış söylemler ve yanlış uygulamalarla artık Türk kamuoyunca emperyalist bir örgüt olarak algılanmaktadır. Bu yargıya itirazı olan Türk aydınları azınlıktadır. Sovyetlerin tehdidi yerine “küresel terör” tehdit olarak değerlendirilmiş ama buna kimse kanmamıştır. İkinci dünya savaşından sonra Avrupa ülkeleri için tehdit olan Sovyetler bizim için de tehdit miydi, tartışılır. Sovyetlerin gerçekten Kars, Ardahan ve Boğazlarda hak isteyip istemediğine bakmak gerekir. Hak istediğini var saysak ve bu korkumuz nedeniyle NATO’ya girdiğimizi kabul etsek bile, 1992’den ve hatta 2001 Eylül’ündeki ikiz kulelere çarpan uçaklardan bu yana küresel tehdidin bir tanımı yapılmış mıdır?
Kimlerdir bu küresel teröristler? Afganistan’da, Irak’ta, Avrupa ve Amerika’da, hatta Asya ve Uzak Doğu ülkelerinde kürre-i arzı tehdit edenler kimlerdir? Barış İçin Ortaklık demek, kimin teröristini engellemek demektir? Dünya iklimsel değişikliklere hızla giderken, açlık, susuzluk ve diğer doğal felaketler iki yılda bir dünyamızın bir köşesindeki insanları kitlesel bir şekilde yok ederken, birileri bütün bunlara kör kalmamızı ve siyasal, yönetimsel konularla mı meşgul olmamızı istemektedir?
Halen NATO üyelerinin çıkarları birbiriyle de çelişmektedir. NATO geçmişteki etkinliğini artık kaybetmiş ve tarihteki yerini almıştır. Yetki ve sorumlulukları kaybolmuş bir NATO’nun varlığı artık Türk Silahlı Kuvvetlerin varlığı ve geleceğini tehdit etmektedir. Atatürk’ün emrindeki Mehmetçiğin komutanları bağımsız kararlar verebilmeleri, ağır küresel bağlardan ve USA zincirlerinden kurtulmalıdırlar. Bunun için hemen NATO ile ilgili görüşlerini hükümete ve kamuoyuna sunmalıdırlar. Genelkurmay Başkanlığı, durup dururken değil, Libya harekâtına katılmaya zorlandıkları için, insani yardım, lojistik destek, ateş etmemek yalanlarının arkasına sığınmak zorunda kaldıkları için hemen ve derhal NATO hakkında kapsamlı tahlilini açıklamalıdır. Bu tahlilin gizliliği yoktur ve tahlil sonucunda varılan kararı açıklamak da Genelkurmay Başkanlığının görevidir.
Karara varılabilmek için yapılan tahlilde ortaya konan zararların, yararlardan fazla olduğu görülecektir.
NATO TÜRKİYE’YE ZARAR VERMEKTEDİR
Dünya siyasetine kuşbakışı baktığımızda batı dünyasının bir askeri paktı olan NATO, dünya barışına zarar vermiş, emperyalist hareketlere hizmet etmiştir. Dünyaya ve mazlum ülkelere zarar veren her eylemin Türkiye’ye de zarar verdiği ve vereceği açık bir gerçektir.
NATO’dan çıkmaktan korkan ve ulusal çıkarlar açısından endişe duyanların olduğu bilinmektedir. Endişelilerin bir kaçının da Türk generalleri olması, esasen bizleri endişelendirmektedir. Belirlenecek bir takvim dâhilinde ve antlaşmanın 14ncü maddesindeki hükümler gereği NATO’dan ayrılmaya karar verildiği andan itibaren Türk Ordusunun savaş yeteneği yükselerek artacak ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin dünya siyasal hareketlerinde etkinliği çoğalacaktır. Ulusal savunma sanayii gelişecek, askeri kuvvet tahsisleri nedeniyle asker ve silah miktarlarında avantajlar sağlanacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri genel kararlarda ve stratejilerde bağımsız hareket ettikçe, devlet örgütü kamucu davranacak, toplumcu davranışlar ulusal birlikteliği getirecek, birlik duygusu ulusal ve bireysel hakları ve özgürlükleri kolaylaştıracaktır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye Cumhuriyeti hiçbir askeri pakta girmemiş, batılı ittifaklar yerine Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’yle ve diğer komşularla askeri ve ekonomik işbirliğiyle yetinilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra başlayan ikinci dünya savaşına giden süreçte, doğru ve kararlı dış politikaların uygulanamamış olması savaşa girmemeyi başaran Türkiye’yi savaş sonrası, savaşa girmişten beter hale getirmiştir. Cesaretsiz politikalar galip devletlerin ve özellikle ABD’nin yanında olmamıza neden olmuştur. Bu süreç galiplerce çok hızlı işletilmiş ve Sovyetlere karşı Avrupa’nın savunması için ABD önderliğinde ve Washington’da imzalanan antlaşmadan daha üç yıl geçmeden Türkiye kendisini bu paktın içinde daha rahat hissedeceği inancına sahip olmuştur.
Bilindiği gibi “Tam bağımsızlık” Atatürk’ün en büyük tutkusudur. Kendi kendine yetersiz olunan durumlarda, sağlıklı dengelere dayalı “karşılıklı bağımlılık” kabul edilebilir. Atatürkçü dış politika, ulusal çıkarlarımız doğrultusunda “uluslararası ilişki ve kurumlaşmalara” açıktır. Küreselleşmenin hız kazandığı günümüz dünyasında, tarihi derinliği olmayan küçük uluslar yok olurken, uygarlıklar yaratmış büyük uluslar dimdik ayaktadır ve daha çok uzun yıllar ayakta kalacaklardır. Türk ulusu, binlerce yıllık tarihi olan büyük ve köklü bir ulustur. Atatürkçülüğün ulus tanımındaki çağdaş yaklaşım dikkate alındığında, hangi tür uluslararası bir oluşum içerisine girilirse girilsin, Türk ulusal kimliği ve ulusçuluk düşüncesi hep var olacaktır. İşte bu düşüncelerini kaybetmemiş, uyanık ve bilinçli davranmış olan Türk Ordusu NATO içindeki ağalara tamamıyla teslim olmamış, ulusalcı yanını henüz kaybetmemiştir.
“Yurtta barış, dünyada barış!” demek, herkes kendi emniyetini aldığında ve kendi evinin önünü süpürdüğünde, dünyanın tamamı da emniyetli ve temiz olacaktır demek değil midir? Bunu ancak kendine güvenen ve kahraman bir devlet adamı diyebilirdi. Demiştir ve halen geçerlidir…
ÜLKEMİZİ BİZ KORUYORDUK GENE BİZ KORURUZ!
Kuzey Atlantik Antlaşmasının başta söylediğimiz kuruluş amacı ve görevi artık ortadan kalkmıştır. NATO, Türkiye’ye ve Türk Ordusu’na yük olmakta, zarar vermektedir. Son otuz yıldır suni olarak yaratılan iç sosyolojik ve politik çekişmelerle çokça kaybolan ulusal enerjimizi, ülkemize faydasız sözleşmelerle dışarıda da daha fazla kaybetmemeliyiz. Yeniden toparlanmak amacıyla NATO’dan çıkmalı, insanlığa ve ülkemize daha yararlı antlaşmalar içinde bulunarak dünyanın diğer halklarıyla birlikte olmalıyız.
NATO, Türkiye’ye saygınlık, çağdaşlık ve güvenlik kazandırmamıştır. Başka birilerine siparişle bir başka ülke savunulamaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Ülkeler, kendi ulusları, kendi devletleri ve kendi vatandaşlarınca korunurlar. Kurtuluş savaşı 9 Eylül 1922’de İzmir Kordon’da bitmemiştir. Kurtuluş savaşı düşüncesi sürdürülmeli ve kendi ülkemizi kendimiz korumaya devam etmeliyiz.
Biz dünyanın diğer ülkelerini savunmak yerine ülkemizin iklimini, toprağını ve coğrafyasını savunulabilmenin çaresini aramalıyız. Çare, NATO Genel Sekreterliğine Türkiye’nin bu antlaşmadan ayrıldığına dair TBMM kararını gönderebilmektedir.
Antalya, 20 Nisan 2011
(TEORİ Dergisi Mayıs 2011 sayısında yayınlanmıştır)
Yorumlar
Yorum Gönder