SİLİVRİ CEZA VE İNFAZ KURUMU'NA MEKTUP IV.
Sevgili Silah Arkadaşım,
Sayın Genelkurmay Başkanımızı hiç tanımam. Karşılaşmışsak bile anımsamıyorum. Ancak kendisini tanıyan arkadaşlarımdan iyi, hukukun üstünlüğüne riayet eden ve çalışkan bir asker olduğunu duymuşluğum vardır. Bir önceki Genelkurmay Başkanımızla ise tanışırdık. Komando kursunda başlayan dostluğumuz benden iki devre büyük olmasına rağmen içten bir şekilde devam etmiştir. Kısaca dürüsttür, astına ve üstüne saygılıdır, örnek olacak şekilde çalışkan ve ağabeylik yapabilecek delikanlılıkta önderdir. Laf aramızda, toplu istifalardan yarım saat sonra Özel Paşanın Başbakanla görüşmesini kendi mi emretti ve Özel Paşa da istifa edecekti de Işık Paşa mı engel oldu diye hala merak etmekteyim. Neyse…
Âlimce ve biraz da antikçe bir laf olacak ama şunu anladım artık: Türkiye büyük ülke! Büyük derken kahraman yöneticileri olan, ekonomik zenginlikler içinde, dünyaya kafa tutabilen bir ülke değil elbette. O tür bir ülkede yaşamak çok eskilerde kaldı. Geniş ve kullanılmayan toprakları olan, kalabalık ama yaşanılası olmayan kentleri olan büyük ve ucube bir ülke… Bu ülke dünya küresinin tam ortasında, kadim medeniyetlerin harmanlandığı, göç yollarının ve değerli coğrafi kaynaklara giden yaklaşma istikametlerinin kesiştiği bir ülke… Eskiden ne kadar zenginlik ve akıl varsa, bu gün de o kadar fakirlik ve dangalaklıkların var olduğu bir ülke…
Bu ülkenin seçilmiş çocukları olarak biz zabitan (subaylar) yıllardır en büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ten aldığımız ve birbirimize aktardığımız ivmeyle, ülkemizi düzene sokmaya, adam etmeye çalıştık. Bence Atatürk ilkelerinden son ilke olan “inkılâpçılık” (devrimcilik) konusunu hep atladık. Nedense askeri okullardaki, Harbiye’deki, Harp Akademilerindeki öğretmenlerimiz ve kıtalardaki Komutanlarımız bu kelimeye hep uzak kalmamızı sağladılar. Sıralamada hep sona attılar bu önemli ilkeyi ve sonuç; çoğumuz devrimci olamadık, çevrimci olduk… Oysa Mustafa Kemal’in önceliğiydi devrimcilik. Devrimci olmadan ne cumhuriyetçi, ne milliyetçi, ne halkçı, ne devletçi, ne laik ve de en önemlisi tam bağımsızlıkçı bir yurtsever olunamazdı. Ne kadar kendimizi beğensek de, ne kadar bize seçkinliğimizden dolayı halkımız ve okuryazarlarımız imrenerek baksalar da bizim yetişme tarzımızda aksayan bir yan vardı. (İstiklal marşındaki aksayan yanı muharebenin alevleri içinde duyabilen Nazım’ın destanındaki mülazım gibi oldu ya neyse.) Aksayan yanımız devrimciliğimizdi.
Biz zabitan, Atatürk gibi olabilseydik eğer; şimdiki hasletlerimizin üstüne şunları da eklerdik. ‘Ya istiklal ya ölüm!’ diyebilen, birbirimizin omzuna basmayan, birbirimizi kıskanmayan, USA ve diğer hibeleri, yardımları reddeden, tahsil ve terbiye için gönderildiğimiz ülke silahlı kuvvetlerine hayran kalmadan bir şeyler öğrenen, askeri bilimleri yurtseverce uygulayabilen ve en önemlisi güneşin daima doğudan doğduğunu kavrayan, batı hayranı olmayan subaylar olurduk… Olamadık!
Bütün bunlara karşın şahsen geçmişimle, kırk yıllık askerliğimle, içinde yaşadığım Türk Ordusu’yla ve Atatürk’ün askeri olmakla övünüyorum. Yakın geçmişime ve yakın çevreme baktığımda övünmek hakkımı kendimde buluyorum. Asker olmasaydım bu memlekette ne yapardım ve silah arkadaşlarım olmasaydı derdimi kime açardım diye düşünüyorum.
Geçmişe baktığımda gördüklerim hep aynı. Semt pazarında seyyar esnafın kadını kızı taciz eden, müşterileri rahatsız eden edepsizliklerini, pazar yerinin düzensizliğini, pisliğini düzeltmek için donkişotvari çaba harcayan belediye zabıta müdürlüğü yaptık hep… Döndük baktık ki, 27 Mayıs cellât, 12 Mart işkenceci, 12 Eylül Amerikancı, 28 Şubat darbeci olmuştu. Askerlerin yasal ya da yasadışı elini attıkları her şey berbat, bildiğimiz manevi değerler de tuzla buz olmuştu…
Dinozorlaştık! Bize statükocu diyen zibidilerden çok daha devrimci olduğumuz halde içten içe ve kendi kendimize muhafazakârlaştık. Mükemmel bir bina yaratan bir mimar gibi kendi yarattığımız görkemliliğe hayran olup bakarken bu ulu bina karşısında delirip, kooperatif ortaklığı olan binayı kendi malımız zanneder olduk. Oysa Mustafa Kemal’in mühendislik hesaplarını yaptığı bu ulu binanın demirini ve harcını yeni karmağa başlamıştık. Daha kaba inşaat halindeyken o görkemli binanın duvarları çatlayıverdi. Elde başka bina yok. Buna karşın hiç kimse bina başımıza göçmeden içinde nasıl oturulabileceğinin hesabını yapmıyor…
Sonra Silivri ve Hasdal zindanları geldi. Bilmem kaç yılında yapılan bir plan tatbikatında takdim yansılarını tutanlar, yıllar sonra emekli ya da muvazzaf demeden tutuklandılar. Şimdi içerde, şaşkınlık ve öfke içinde beklemedeler. Onlar, o kadar kendinden ve de çevrelerinden emindiler ki, istihbarata, güvenliğe ve yaptıkları işin ciddiyetine aldırış etmeyen, eksik görev yapan bu generaller ve amiraller, ifadeye çağrıldıklarında büyük bir ciddiyetle komplo odalarına girip suçluymuşlar gibi sessizce teslim oldular.
Şimdilerde ayda bir yapılan duruşmalarda yaptıkları savunmalarla edebiyat şahikaları yaratan ‘paşa’lar ve kurmaylar, ellerinde bavulları Beşiktaş adliyesindeki sorgu odalarına geldiklerinde suçlu muydular? Peki, çok çağdaş olduklarını ve adalete inandıklarını varsayalım. Devleti temsil etme kılığı bile olmayan sakallı, gözlüklü, sivil yarma görüntülü ve kimden emir aldıkları bilinemeyen polislerin kollarına girmelerine neden göz yumdular? Terfilerinin engelleneceğinden, çoluk çocuklarının rahatlarının kaçacağından mı korktular? Onlara Harbiye’den mezun olurken tabanca vermemiş miydi bu devlet?
Neden hala biri emekli biri muvazzaf iki Orgeneral GATA’dan çıkamamaktadırlar? Bunları bu millet görmektedir ve olan biten milletin akıl ceridesine yazılmaktadır. Bu millet Havacı Orgeneralin dini cemaatin eğitim yaptığı çiftliği bombalattıracağına da inanmamaktadır. Oysa o “evet, bombalatacaktım ama fırsat olmadı…” der gibi paşa paşa gidip ipsiz sapsız savcıların dediklerine teslim oldu. Vatan, şeref, mertlik, yüksek disiplin ve görev kavramları tuzla buz… Siz artık ister Harp Okullarına en yüksek puanlı, en değerli ve en kafası çalışan gençleri seçerek alın, ister Fethullah’ın okullarında bu maksatla hazırlatılanları, artık o kavramları geri getiremezsiniz, nafile… Yok, kesinlikle bu beylerin ve paşaların beylik tabancaları bellerinde değildi?
Sonra… Sonra askeri karargâhlarda öç almaya gelmiş olduğu belli, kravat takmasını bile bilmeyen, mafya ve tarikat mensubiyetli tombul yanaklı zatı muhteremlerin arama yapmaları… Sonra bunlara gidip gizliden tüyolar veren, amirlerini ihbar eden -bırak askeri terbiyeyi- ahlaksız ve Allahsızların içerdeki varlığı, belki bunların hala daha idari ve adli soruşturmaya uğramaması… Sonra hukuk, hukuk diye inlemeler, adalete güveniyoruz sözleri… Sonra en büyük Komutanların topluca istifa etmeleri... (iki ay sonra artık gündemde değil, unutuldu elhamdülillah) En sonra da Genelkurmay karargâhında eski bir tarikat üyesi, Amerika Birleşik Devletleri dış işleri bakanıyla dokuz madde iki sayfalık gizli sözleşme imzaladığı kesinleşen bir görevlinin Türk Ordusunun en büyük bayramındaki resmikabulde Genelkurmay Başkanının rolünü alması –verilmesi- ve sözde Başkomutan olarak askerlerin onu kutlaması..
Peki sonra? Sonrası, emeklisi muvazzafı oturup orduevindeki salonun köşesindeki koltuklara hep birlikte bunları da mı görecektik diye hüngürdememiz… Ağlamamızın tek yararı, gelecekteki subayların artık ve maalesef, geçmişteki zabitanı örnek almayacaklarını ve onları savunmayacak / savunamayacaklarını anlamamız!
Bunlar başımızdan geçenler. Ya başımıza gelecekler?
General Özel’in boyun kırarak mı yoksa bel kırarak mı verdiği selamın ayrıntısı değildir derdimiz. Olmamalıdır da… Tarikattın yetiştirdiği siyaset erbabının Genelkurmay karargâhında askerleri emrine alıp resmikabul yapması ne kadar abesse, T.C. Genelkurmay Başkanının biraz da abartılarak çekim hileleri verilmiş fotoğrafını mal bulmuş mağribi gibi medyaya servis etmek ve çocukça bir zevkle “Gördün mü bak? Bu da…” demek de medeni âlemde o kadar abesle iştigaldir. (Şimdi aklıma geldi, incelemeye değer: Hangi ülkenin, hangi çağın ve hangi ekolün generalleri doğrudan bir sivilin emrine girdiğinde sonuç ne olmuştur? Demokrasi mi yoksa savaş mı kazanılmıştır?)
Ne zaman ki memlekette siyasetçiler, üniversiteler, bilim adamları, sanatçılar ve de subaylar dürüstçe işlerini yapar, işte o zaman memleket düze çıkar. Bu konuda hiçbir komplo teorisi kabul edilemez. Dürüstlüğün bir erdem olmayıp enayilik olduğu söylenen, ulusal görevlerden yırtmanın alkışlandığı bir ülkede doğrular mı eğriler mi fazladır? Yoksa o ikinci Cumhuriyetçilerin çok korktuğu devlet nizamı mı çökmektedir? Memleket insanı olan bu saydığım insanlardan -bir iki istisna hariç- dürüstlük beklenebilir mi? (Başbakanın Erzurum’da “Hadi senin kocan da askerlikten yırttı, geçmiş olsun!” dediği polisin eşinin sevinçle onun eline sarılışını unutmadım) Türkiye neyse, AKP de CHP de odur! AKP ve CHP yöneticileri neyse onlara ayak uydurmak zorunda olanların tümü de onlar gibidir…
Laf uzar, gün doğar devran döner. Özetle demem o ki, malı götürenler biz değiliz! Ötekiler de değil! Malı götürenler, küresel anamalcı zalimliğin içinde düzenini kurmuş olanlarla, eski garibanlığını unutup yeni şerefsizliklere adım atan ve zalimlere hizmet için doğmuş olanlardır…
Onlar her dönemde Atatürk’ün askerlerini kullanmışlardır. Bir önce dediğim gibi o askerler yalnız ve yalnız Atatürk’ün askerleridir ama yazık ki Atatürk gibi değildirler. Bazıları havuç göstererek, bazıları sırt sıvazlayarak ve bazıları da sopa göstererek kullanırlar. Kullanacaklar da… Kendi içinde reform gereksinimi olup da bunu gören ama benden sonra tufan diyenlerin büyük kabahatleri vardır. Dolmabahçe’deki görüşmeden toplu istifalara kadar bu gök kubbe altında hiçbir şey gizli kalmayacaktır. Her şeyi öğrendiğimizde ya da bizden sonrakiler öğrendiğinde, iş işten çoktan geçmiş olacak. Ola ki kimse şaşırmaz ve olan bitenin düşündüğümüz gibi olduğunu görürüz.
Umudum var, memleketin işleri düzelecek! Düzelsin de kimin zamanında düzelirse düzelsin, kim sebeplenirse sebeplensin umurumda değil. Yaşayarak anladığımız bir gerçek var ki, artık askerler bu memlekette zabıta memurlarını emirlerine alıp ihtilal yapamayacaklardır. Zaten isteseler de yapamazlar. Yalnızca üç büyük kente uçaktan bakıldığında görülür ki kentleri öyle iki tümen, bir kolorduyla ‘zapturapt’ altına alma zamanı epey geçmiştir. Millet de zaten askerlere böyle bir görevi vermek istemediğine göre artık milletin saygısı kurtarıcılık kaynaklı değil, korumacılık kaynaklı olması doğaldır... Bu bir iyi niyettir. Koşaner’in istifası da Özel’in bel kırması da bu iyi niyete yönelişten kaynaklanmıştır.
Askerlerin üstlerine vazife miydi, Ali okulları? Milli Eğitim bakanlığı neden vardı? Üstlerine vazife miydi milyonlarca fidan dikerek, askeri sahaları çoğaltarak yeşili korumaları? Orman bakanına neden iş bırakmadılar? Üstlerine vazifemiydi Mehmetçik Vakfı, Güçlendirme Vakfı, Savunma Sanayi Müsteşarlığı? Neredeydi Sosyal Güvenlik, Sanayi, Ticaret ve Milli Savunma Bakanları? Neredeydi Büyük Millet Meclisi, neredeydi son kırk yılın hükümetleri? Genelkurmay başkanlığının üstüne vazife miydi bölücü terörle mücadele tekniği ve taktiği? Bütün bunları kim emretmişti, Cumhurbaşkanı mı yoksa Başbakan mı? Yoksa TBMM mi?
Şimdi herkes, Recep bey de, Kemal Bey de, Rıfat Bey de askerlere “Artık siz bu işlere karışmayın!” diyorlar mı? Evet! O halde sen sağ, ben selamet! Bundan sonra eskisi gibi olmayacak her şey diyenler, selamı çakıp devam edecek. Hayır, Atatürk gibi olunacak, Cumhuriyet Devrimi sürecek diyenler de selamı çakıp, hadi bana eyvallah başkasını bulun deyiverecek…
Bazı siviller de bana ne Tuzla’daki tersane işçisinin asgari ücretinden, bana ne anaların gözyaşlarından demeye başlayacaklar. “Yok, öyle halk için halka rağmen...” diye de ekleyecekler. Diğer bazı meşrulukları boylarından belli olanlar ise “Bak biz on yıldır halk için halkla beraber yürüdük bu yollarda” diyecekler. Onlar da ekleyecekler; “İşte ters düz ne dersen de ama bu da bir devrimdir sevgili kardeşim, bu devrimi biz taa Afrika’ya götürüyoruz şimdi” diyecekler. Memleket tarihinin her devrinde olduğu gibi birileri de karanlık bir köşe başında ellerini ovuşturacak. Paralar gelecek ve “Yaşam Mimarı Ağaoğlu” (bakınız gazete reklamları) gibi sonradan görmeler yaşamımızı şekillendirecekler.
Memleketin işi zor ve umut etmekle de bir şey elde edilemeyeceği malum… Ancak umutsuz da yaşanılmaz bu güzelim memlekette be kardeşim!
Silah arkadaşlarma, düşünce arkadaşlarıma ve -adi ya da siyasi- bütün tutuklu ve hukümlülere baki selamlar.
Cumhur UTKU
Yazma dürtünüze ortağım. Devlet memurlarının yazabilmesi için emeklilik gerekir.Tutabilecekleri hiç vaade bulunamayacak;erkekse testesteronun dibe vurduğu,kadınların erkekleştiği;yaşamdan beklentilerin ve iş yapabilme güçlerinin azaldığı bir yaşı beklemek.Herkesi götürdüler arkanızdan ağlayacak kalmadı ve kurmaylarınız bunu hesaplayamadı. Askerin hatalarını anlatmanın faydası yok. Ağlamanın da. Diyalektik ve ekoloji görevini yapar. Doğada boşluklar doldurulur. sonbursali@yahoo.com
YanıtlaSil