SORULARI SORABİLMEK

“Zamanımızı / Zamanında öğrenemediniz /
Gördükleriniz / Başka bir zamanı, mekânı gösterdi…”
Süreyya Berfe

 
Kimlerin konuşması, bağırması, tepki koyması, bayrak açması, hapishane kapıları önünde koçbaşı görevi yapması gerekir? Kimlerin ilk tepkiyi ve daha sonra sürekli desteği vermesi gerekir?
Bu sorular önemlidir. Üç yüz küsur general ve kurmay subay, haksız ve kalleş kumpaslarla yıllardır eziyet içindedirler ve büyük bir kısmı devleti yönetenler tarafından resmen esir alınmıştır. Hal böyleyken, birbirine çocukluklarından beri bağlı ve birlik beraberlik içinde olan emekli subay kitlesiyse devamlı sessizdir. Kitlesel sessizlik, birilerinden (eski muhataplardan) öç almaktan başka bir şey değildir. Hem de sessizce, oh olsun demeden ve belki de acıyarak öç almaktır bu sessizlik…
Dışarıdaki emekli askerler neden sessizdir? Uzun yanıta kısaca bakalım.

 
YAŞAM TARZI, BELİRLEYİCİDİR
Birincisi, yaşam tarzlarıyla ilgilidir. Subaylar tahlillerini “yaşam” üzerine değil “tarz” üzerine yapmaya alışkındırlar. “Neden?” sorusundan önce hep “Nasıl?” sorusuna yanıt ararlar. Neden taarruz ediyoruz diye sormazlar hiç, taarruz ederler... Ön emir alırlar, hazırlanırlar, sonra ayrıntılı emri alırlar ve nasıl taarruz edileceğinin durum muhakemesini yaparlar. Sonra gene taarruz ya da savunma emri alırlar ve emri astlarına verirler. Savunmayı taarruz yapmak yani emri değiştirmek hadleri olmadığı gibi eşyanın da tabiatına da aykırıdır. Çünkü onlar emir doğrultusunda hareket etmek için oradadırlar. Bir kısmı bu doğrultuda inisiyatifini kullanmayı bilir, büyük bir kısmı ise inisiyatifsizliğin rahatı içindedir… İnisiyatifsizlik, yaşam üzerine de tarz üzerine de kafa yormamak ve eylemsiz kalmaktan başka bir şey değildir.
“Neden?” sorusu sormak ancak kışladan uzaklaştığınızda aklımıza gelir. Dağlara tırmanırken, eşkıyanın peşindeyken, izine giderken ve en önemlisi ve en genişi emekli olduğunuzda aklımıza gelir…
Nasıl’ın yanıtı alışkanlık yapmıştır. Her durumda, bu durumdan nasıl çıkacağınızı ararsınız. Neden ise alışkanlığınız değildir. Neden’in yanıtını hem başkası vermektedir hem de siz vermeye çalışırsanız zorlanırsınız… Askerlik biraz da kadim tarihten bu yana kitlesel alışkanlıklardır. Birlikte yanaşık düzen, birlikte bağırmak ve birlikte hücuma kalkmak, kitlesel alışkanlıklar yaratır. Eylem dediğiniz şey kitleseldir ve kitlesel bir eylemin nedenini araştırdığınızda hareket edemezsiniz. Üstünlük, komutandadır. Esasen onda da değildir… Üstünlük her zaman düşmanda ya da en hafifinden hava ve arazi koşullarında olmuştur. Gerisi askeri psikolojidir, moraldir…
Kısaca, soru sorma alışkanlığı olmayan bir kitle emekli olunca da soru soramaz ve birlikte hareket etme reflekslerini yitirir. Bir kere, ‘Neden’ sorusunun yanıtı ‘Nasıl’ sorusunun yanıtından zordur.
Nasıl tutuklandılar? Savcıların soruşturması sonucunda mı tutuklandılar? Deliller neydi? Kim delilleri gösterdi? Gizli tanıklığı kimler yaptı? Mahkemeye sevkleri sonucu mahkeme heyetinin vicdani kararıyla mı tutuklandılar yoksa emirle mi? Bilinir bu soruların yanıtı, kolaydır…
Peki, neden tutuklandılar? Kanunlara, nizamlara ve astın ve üstün hukukuna riayet etmediklerinden… Somut! Bu kadar somut! Ayrıntıya gerek yoktur. Bu sorunun ayrıntılı yanıtı bilinmez. Bilinmesi için de yorulmaya gerek yoktur, daha büyükler bilir nasıl olsa. Sonra da bize nedenini söylerler. İsterlerse tabi…
“Nasıl?” herkesin bildiğidir. Ama “Neden?” disiplinin tanımından başka bir şey değildir.

 
KİTLENİN RUHU
Kitlesel sessizliğin ikinci ve en önemli nedeni, kitleyi teşkil edenlerin kişisel tepkisellikle öç alma psikolojisinde olmasıdır. Ailece bir askerlik yaşanmıştır. Komutan eşleri, abladır, öğretmendir ve nihayet anne rolündedir… Dağın başında, ufak bir şehirde ve lojman muhitindesinizdir. Cumhuriyet generalleri, Osmanlı paşalarının alışkanlıklarını, kibirlerini ve devlet benim tarzlarını bırakamamışlar, bırakmamışlardır.
Bu konu üzerine konuşulan ve yazılan bütün bozguncu eleştirilere hak verecek şekilde komutanların büyük çoğunluğu, üzerlerindeki çalım ve azameti bir türlü bırakamamışlardır. İçlerindeki en iyisi, astlarının babası olma merakına kapılmıştır. Bütün bu ve benzeri tavırlar astları bezdirmiş, ama o astlar da üst olduklarında, bu tavrı bu kez kendileri sergilemiştir. Üst olanlar günü gelip emekli olduklarında, hem komutanlarına hem generallerine hem de meslek hayatlarına elde olmaksızın küsmüşlerdir. Onun için bir subay görev yaptığı yeri ikinci kez görmek dahi istemez. Örneğin, Sarıkamış’a kayak dahi yapmaya gidilmez…

 
ÖÇ ALMA DUYGUSU
Subay ya da Astsubay, sonuna kadar görev yapıp kadrosuzluktan emekli olduğunda, onu tanıyan yakınlarının söylediğinin aksine, meslek hayatını çok çabuk unutur. Unutmak ister. Çünkü sivil hayata, yolda yürümeye, tiyatro bileti kuyruğuna girmeye ve de siyaset konuşmaya ihtiyacı vardır. Bütün bunlara çabuk intibak etmek ancak bu öncekileri unutmakla olur.
Osmanlı paşalığı alışkanlığından vazgeçilememesi yanında, Pentagon ve NATO çağdaşlığının cazibesi, düşmana fırsat yaratmıştır. Geleneksellik, Osmanlı paşalığını devam ettirmektir. Çağdaşlık ise NATO’da bir kez görev yapmak demektir... Düşman unsurlar, devam ede gelen bu paşa saltanatını, hain unsurları kullanarak bilinçli biçimde kendi yararına kullanmıştır. NATO’daki çağdaşlık ise Amerika’nın kılıcını sallamayla eşdeğer hale gelmişse eğer, düşman fırsatı kaçırmamış, halkın içinden çıkan generallerin halktan kopuk tavırlarından yararlanmıştır.
Bunları yaşayan ve gören mevcut kadro, darbelerin güçlendirdiği paşa sultasından sessiz ve bilinçsizce öç almıştır, almaktadır. Çünkü onlar da insan olarak yaşadıkları yararsız hizmetleri unutmak, yararlı şeylere devam etmek istemektedirler.

DOKUNMAYAN YILAN YOKTUR
Sessizliğin üçüncü nedeni, daha belirgindir ama yukarıdakilerden daha öncelikli değildir. İnsanoğlu emir alıp emir vermeye alışmışsa, emir aldığında yaptıramazsa ve emir verdiğinde yapılmazsa, kimyası da fiziği de değişir, sinirlenir. Yıllardır mesleki yoksulluk, yoksunluk ve üstünlük olmadan emir alan ve emir veren subaylar, emekli olduklarında bu büyük baskıdan kurtulur, rahatlarlar.
Bilinenin aksine apartman yönetimi dâhil devlet yönetimi ve siyasetiyle ilgilenmezler. Strese girmek istemezler artık... Çocuklarını okutup evlendirmişlerse ve torun sahibi de olmuşlarsa hele, onlara dokunan yanar (!) Onlar ise hiçbir şeye dokunmak istemezler. Yılanlar dokunmadıkları sürece bin yerde, bin yaşasınlar… Torun bakmak, torunu gezdirmek öncelikli görevleridir. Torundan kalan zamanı üç konuya ayırırlar. Sabah bir saat merkez medyanın bir gazetesini okumak, öğleden sonra dernekte briç ya da okeye dörtlü olmak ve akşam yemekten sonra mevcut TV dizilerine hanımla beraber teşne olmak… Bazıları balığa, resme, en kabadayısı şiire, edebiyata merak sarar. Bazıları ise bir türlü öğrenemediği bir müzik aleti çalmaya…
Mevlana mı demiş bilmiyorum ama bir düşünürün sözüdür: “Hayata ne verdiysen hayat da sana onu verir.” Ya da tersi… Subay muvazzafken hayata ne verdiyse, emekli olunca da onu alır. Hayata verdiğin şey, savaşa hazır birliklerin hücum sesleriyse, hayattan aldığın da barışsever kitlenin haykırışları olmalıdır. Orduevinde yirmi beş kuruşa çay içerken silah arkadaşları hep toplumsal yangınlar konuşulur. Gençlik bozulmuştur, şimdiki komutanlar beceriksizdir, subaylar hep evlerini ve ceplerini düşünür olmuşlardır falan…
Bazılarındaysa takma bir ağırbaşlılık, bir “paşa paşalık” ki sorma gitsin! Çok görmüş geçirmişlerdir, bütün savaşlardan zaferle çıkmış ve alçakgönüllülüğü oynamaya çalışan bir komutan edasındadırlar sanki… Oysa hepsi Anadolu’da bir köy mezarlığını çevreleyen, üstü böğürtlen çalılarıyla kaplı yığma taş duvarlar gibi tarihe gömülmüşlerdir. Ne Tandoğan’a, ne Çağlayan’a ve ne de Gündoğan’a, hiçbir yere kıpırdayamazlar. Bu günlerde ancak kendi balkonlarında nefeslenmektedirler…

 
ATATÜRK’ÜN EMRİ UYGULANMALIDIR
Muvazzaf bir subayın açıktan ve patavatsızca muhtemel eleştirisi, tavır dışıdır ve kesinlikle emre itaatsizlikte ısrar suçunun işlenmesidir. Ancak, emekli bir subayın (hele 40 yıl üniforma taşımış birinin) düşman unsurları ve mevcut statüsel durumu gözetmeksizin açıktan yaptığı eleştiri, ahde vefadır ve orduya sadakat özgünlüğüyle değerlendirilmelidir.
Darbe, ihtilal, devrim ve askeri vesayet, apayrı konulardır. Burada demek istediğimiz, Türk Ordusunun bir Cumhuriyet Ordusu, bir Devrim Ordusu olmasıyla ilgilidir… Türk Ordusunda yıllardır görev yapmış birinin kitlesel hareketleri teşvik etmesi, olaylar karşısında susmaması, yakın silah arkadaşının ve mazlumun yanında yer alması Mustafa Kemal Atatürk’ün emridir. Silah arkadaşlığı, ölümüne sevdadır. Silah arkadaşlığı, aynı safta, aynı havayı soluyarak yemin ettiğin ve ölünceye kadar birlikteyiz diyerek, omzuna elini koyduğun arkadaşınla silahsız da beraber olabilmektir.

ASKERLİKTEN EMEKLİ OLUNMAZ
Bir kişinin dahi günah keçisi olmasını kabul etmemek, arkadaşı için belki darbeyi aklından, silah kullanmayı, adam öldürmeyi zikrinden geçirmiştir diye düşünmemek, onurdur. Kuşku duymamak arkadaşlık onurudur. Vatan hainlerine karşı çıkan silah arkadaşlarının arkasında olmak bir görevdir. Kitlenin onuru, kişisel onurların aynı güneşin altında birleşmesiyle oluşur.
Emekli generaller, subaylar ve astsubaylar, onurludurlar. Onların birliğinden ve birlikteliğinden, büyük ve onurlu hareketler doğar.
Emeklilik, ancak ve sonuç olarak, rütbe ve işaretleri yakmaktır… Askerlik yaşam tarzıysa eğer -ki öyledir ve hep öyle olacaktır- emeklilik diye bir şey olur mu? Askerlikten emekli olunur mu? Atatürk gibi olmaktan vazgeçilemez! Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri olmak, her Türk askerin vazgeçilmez onurudur.
Emekli askerler olarak, soruların yanıtlarını kendimiz vermeli ve kendimize gelmeliyiz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI