YAZICI

Artık bende bir yazıcıyım. Haberin Yeri Net’de bu ikinci yazım… “Yazıcı” tanımını Özdemir İnce’den duydum ve hoşuma gitti. Köşelerde bucaklarda yazanlara yazar denmemesi daha uygun oluyor ve “gazeteci” kavramı ile “yazar” kavramını karıştırmamak gerekiyor.
Binlerce yazıcı var çevrede… Bunlardan biri olmak pek de önemli bir olay değil. Önemli olan, şiir yazıcısı, öykü yazıcısı, roman yazıcısı olmak! İşte onlara “yazar” deniyor bu dünyada ki o iş, epey zor bir zanaattır.


Artık ben bir yazıcıyım da, kendime bir sıfat daha ilave etmek durumundayım. Askeri yazıcı denilebilir benim gibilere. Askerlik, savunma, savaş, savaş çeşitleri ve muharebe ile ilgili yazmaya kurguluyum. Bir de darbe eğitimi aldığım için darbeci düşünceye(!)… Güncel olayları ‘asker kafasıyla’ değerlendirmeye çalışacağım. Her ne kadar subaylığın son kertesinden kırmızı kartla, kadrosuzluktan şutlanmışsam da bir ‘emekli asker’ değil askerim. ‘Asker emekli olmaz, olamaz!’ desem, askerlerin hoşuna, sivillerin boşuna gideceği bir laf etmiş olurum. Hala savaşabilecek bir asker olduğumu sanıyorum. Eskiden piyade tüfeğiyle ateş ederdim hedefe, şimdi ise kalem ve defterle. Düşman, hava ve arazi koşulları değişmediğine göre…


Asker yazıcıyım dedim, aklıma şu meşhur yanlış anlaşılmış printer fıkrası geldi… Bilen bilir. İnternetteki ekşi ve tatlı sözlüklerde “askerde yazıcı olmak” ile ilgili söylenenlere de baktım. Söylenenler, iyi şair Özdemir İnce’nin gazetelerdeki yazıcılarına o kadar güzel uyuyor ki… Çok hoş, siz de bakın. Belki zamanımdaki kışlalar aklıma geldiği için hoşlandım, hasretim kabardı, bilemem. Bir de oradan kopyaladıklarıma bakıverin:
“Bu tür insanlara kısaca ‘print-er’ denir. Bir de ‘scann-er’ vardır ki üstünde fazla durmak istemiyorum. “ Ekşi Sözlük.
“Bilgisayarın olmadığı antik zamanlarda daktiloyla yazıcılık yaparak saman kâğıt kokusunu içine sindirmiş, sanılan aksine ebesine her daim bilumum subay astsubay tarafından atlanmış asker. “ Ekşi Sözlük.
“Hiç bir askeri memnun edemeyeceğiniz görev. Örneğin: ‘Lan bana dün de 3 - 5 yazdın bugün de başlayacam senin yapacaan işe yazıcı…’ ‘Benim izin kaadını daha ayarlamadın mı olum?’ ya da ‘Sana kaç kere dedim bana o adamla nöbet yazma diye inadına mı yapıyon olum sen yaaa?’ vs. vs. uzaaarrr gider.” Uludağ Sözlük.

 
İnternet ne güzel bir buluştur. Hoş bunu da Pentagon bulmuş ya da buluşu hemen kapıp ilk uygulayan olmuştur ya… Sizin bana elektronik postayla, facebook’la gönderdiğiniz ve göndereceğiniz sövgüler, övgüler önce Pentagon’da kopyalanıp saklanıyor ya, işte o bile hoş bir şey… İçimizi, dışımızı ayni yapan boş bir şey! Ergenekon ve Balyoz davası dediğimiz davaların milyonlarca sayfa tutan savcılık ifadeleri, iddianameler ve de savunmalar hep yedi dünyada, yetmiş iki milletçe bilinir bu sayede… Ve bu CD, DVD, flaş disk, scanner, printer, internet, web sitesi, e posta ve de cep telefonu ile ilgili teknoloji sayesinde neler neler olmaktadır Silivri’de! İnternet andıcı yüzünden belki de askeri karargâhlarda şimdi yukarıda sözü edilen bizim zamanımızın daktilolarına ve teksir makinelerine dönülmüş bile olunabilir. Korku dağları sarınca neler yapılmaz ki?


Bu gün yalnızca Silivri’de değil, evlerimizde, odalarımızda bile esiri olduk bu örütbağın, bu noktalar arası ağın… Son yıllardaki facebook denen icadının içinden daha demin okuduğumu size aktarayım:

“20 Kasım salı günü sabahtan Ankara’da 12.ağır ceza mahkemesinde başlayacak olan 12 Eylül ihtilalcilerinin duruşmasını izlemeye gideceğim... iki sanık var… Biri Kenan Evren, diğeri de Tahsin Şahinkaya... Nerde diğer işkenceciler... Yok.. Bu iki sanık mahkemeye gelecekler mi… Hayır… Neden… Efendim çok yaşlı imişler... 17 yaşındaki Erdal Eren’i yaşına bakmadan idam edenler, Sıkıyönetim Mahkemesi önce idama sonra da yeni delillerin ışığında idamı bozup hapis cezasına çarptırılmasına rağmen ‘boş verin asın gitsin’ Mustafa Pehlivanoğlu’nu sehpaya gönderenler yaşlı imişler de onun için mahkemeye gelemeyeceklermiş... Ne o... 12 Eylül ile hesaplaşıyoruz... Bunu diyenlerin hesaplaşmasına çakayım... Hem de bin kere...”

İyi mi? Görüyor musunuz internetin gücünü, kuvvetini? Alparslan Türkeş’in o zamanki kadrosundan Yaşar Okuyan şimdi ha babam internetten çakıp duruyor… Haklı mı, haklı! Çektiği acıları -bir yakını olarak- önce ben biliyorum. Sayfasında yazdığı ve (kızgınlıktan yaptığı) imla hatalarını düzelttiğim yukarıdaki paragrafında o kadar çok ruhsal, fiziksel yanlış ve o kadar çok kışkırtma var ki!
Yazılarımın bir kısmında asker yazıcı olarak tam da bunlardan dolayı yakın tarihimizden söz edeceğim. Söz etmek hakkımı hep saklı tuttum. Bundan sonra ben de çakmaya, ateş etmeye ve Türk Ordusuna söz edenlere söz etmeye başlayacağım. Kısa kısa, kafa karıştırmadan, kafa ütülemeden ve ezber bozma hevesi olmadan askerce yazmaya çalışacağım.


Bu gün için son sözüm şu olsun:

12 Eylül 1980 sabahı Bayrak Harekâtı, Türk Ordusu’nun komuta kademesinin bir ihtilal hevesiydi, o kadar! Darbe değildi… Darbe vurdu mu yıkar. Yıkmadı, yıkamadı… Bakın o zamanlar etkin siyasi yerlerde olanlar neden şimdi konuşurlar? Darbe olsaydı konuşabilirler ve hatta tekrar Cumhurbaşkanı (S.Demirel) olabilirler miydi?
12 Eylül, işin içine Amerika, emperyalizm, mevcut siyasal ve ticari feodalite, Özal vs. karıştığı için darbe olamadı. Arbede olarak kaldı…
Bu günkü hükümet denen garabetin kadroları ve şimdiki gazete yazıcılarının çoğu o zamanki arbededen doğdu, beslendi ve büyüdü. Şimdi hepsi, içine yatırım ve finans programları indirilmiş tablet PC’leriyle ve diğer elektronik aletleriyle birlikte, devam eden arbedede geleceğimizi yok etme görevlerini yerine getirmektedirler. Yavaşça, elektronik kazanlarda ısıyı giderek arttırarak… Kurbağayız ya!





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI