ANNEMLE BABAM (yazdıklarım)
Artık yaşlandılar. Biri
sağ ayağını kaldıramadan sürttürerek yürüyor diğeri romatizmadan iki büklüm.
Ama birbirlerine yetiyorlar ve daha bizlere muhtaç değiller. Annem ve babam,
biri yetmiş sekiz diğeri seksen yaşında… Annem hala temizlik hastası, evi
muntazam eşyalarla donatılmış ve tertemiz. Babam artık temizlik ve tertibe
uymuyor, annem de en çok bundan şikâyetçi.
Telefonun çalması ya da
kapıcının kapı zilini çalması onların telaşlanmalarına neden oluyor. Bu
telaşları da hayattaki bağlarından biri sanki.. Babam her şeyi bırakmış
durumda, annem ise hayata eskisinden daha sıkı bağlı. Her şeyi ve herkesi
eskisinden daha fazla merak eder durumda. Sabahları en az bir saat kapıcının
getirdiği Cumhuriyet’i iğneden ipliğe okuyor. “Bir gözüm hiç görmediği halde
nasıl okuyorum ama…” diyerek öğünüyor ve yazarların yorumlarını da kendi
kendine söylenerek yorumluyor. Çok konuşuyor. Öğretmenliğin verdiği
alışkanlıkla eskiden de konuşurdu ama şimdi çok daha ayrıntılı ve konudan
konuya atlayarak devamlı konuşuyor. Gözüne bakıp kafanı sallamazsan da
bozuluyor. Ayakta durunca beli çok ağrıyor. “Eskiden ayaklarımla derdim vardı
şimdi onu unuttum belimle derdim var” diyor.
Babama bakmaktan, onun unutkanlığından ve artık çocuk gibi olmasından
şikâyetçi ama gene de vazgeçemiyor altmış yıllık sevgisinden, sevgilisinden...
Dün ben evde yokken onu bebek yıkar gibi de yıkamış. “Kendi kendine iyi
yıkanamıyor ki, su dökünüyor o kadar..” Akşam ben geldiğimde salondaki masanın
üzerindeki vazoyu göstererek “Kim getirdi çiçekleri bil bakalım? “ derken biraz
bana sitem biraz da mutluluk yakaladım ses tonunda. Babam sırf ona çiçek almak
için çıkmış sokağa bir saat önce…
Annem akraba
gezmelerinden arkadaş günlerine kadar hiçbir şeyi kaçırmıyor. Hala gezmek,
görmek, konuşmak istiyor hep. Diyorum ki kendi yaşıtları ya da kendi kuşağı bir
bir öte dünyaya göçtükçe dünyayı daha çabuk mu yaşamak istiyor ne? Babamın ise
aksine ölümü bekler bir hali var. Hep uyuyor, annem de buna sinir oluyor…
Geçtiğimiz günlerde babamın göz kapaklarından bir ufak ameliyat geçirmesi onun
gezmesini engellemişti. Dün, oğlunun -kardeşimin- ve diğer yakınlarının mezar
ziyaretini yapıp, teyzemin evinde kur’an okuması yaptıracağı için, babamı bana
emanet edip erkenden Yalova’ya gitti. Giderken de on kilo koska tahin helvası
götürdü okumada dağıtmak üzere. Onların karışımı olduğumu devamlı
hissetmişimdir. Beni on yaşındayken yatılı mektebe verdikten sonra hep belirli
kısa dönemlerde yanlarında bulunmama rağmen sanki aklım babama, kalbim anneme
benzemiş gibi gelir… Birisi dışa dönük ve aktif, diğeri onurlu ve çalışkan…
Kayın pederim üç yıl,
kayın validem ise bir yıl önce öldüler. Onların da karışımını karımda bulurum
hep… İnceliği ve kendisine yapılan kötülükleri hemen unutup yardımsever olması
babasına, çevreye ilgisi ve cimrilik derecesinde hesaplı davranışları ise
annesine benzemiştir.
Babam artık iyiden
iyiye kendine bakmaz olmuş. Annem olmazsa hastalanıverir hemen. Annem
hatırlatmazsa ilaçlarını içmiyor, unutuyor. Annem de hep kızıyor ama hep de
hatırlatıyor ilaç saatlerini. Son zamanlarda çabuk yoruluyor. Özellikle
bankaya, yada manava diye sokağa çıkıyor ve yarım saat sonra yorgun, bitkin
geliyor. Bu yorgunluk da hoşuna gidiyor galiba, hemen yatağa giriyor ve uyur
uyanık günün büyük kısmını yatakta geçiriyor. Salondaki bir gürültü veya
telefon, televizyon sesini bahane edip kalkıyor. Gazete ve televizyonla
ilgilenmiyor. Zaten kardeşim öleli yani on yıl öncesi felç geçirdikten sonra
kendini salmaya ve hayatı tekmeleme, bütün şoförlere küfretmeye başlamıştı.
Şimdi yarı felçli… Evden dışarı çıkmak, örneğin üç kuruşluk kredi kartı borcunu
bizzat eliyle bankaya gidip yatırmak en büyük eğlencesi olmuş durumda. Eski
babam değil… Haşinliği, herkesi haşlayışı ve önüne geleni tenkit eden tavırları
gitmiş. Şimdi hiçbir şeye aldırmıyor. Eski yorumları, yönetenlere küfürleri,
bizlerin yaşam tarzlarımızı eleştirmelerinin fayda etmediğini anlamış sanki…
Yıllardır her gün kapattığı açtığı elektrik düğmesinin yerini bile unutup diğer
duvarda aradığını gözlediğimde, annemin de bu konuda büyük endişesi olduğunu
öğrendim.
Arifiye Köy
Enstitüsünün çalışkan öğrencisi, köyde bütün köylünün önderi, örnek bir baş
öğretmen, Bingöl’de eğitim bilimcisi bir müfettiş, Türkiye Öğretmenler
Sendikasında katılımcı ve devrimci bir kurucu üye, İstanbul’da İl Milli Eğitim
Müdür Yardımcısı ve 12 Eylül kırılganı bir öğretmen emeklisi iken bu duruma
düşmesi boğazımı düğüm düğüm yapıyor, üzülüyorum… Huysuzluğu yalnızlığına,
yalnızlığı da sağlıksızlığına neden oldu! Son on yıldır ona gelen yakın akrabalarının
ve bir tek olan emekli öğretmen arkadaşının dışında doğru dürüst hiçbir kişiyle
oturup şöyle uzun uzun sohbet ettiğini görmedim. Emekliydi, oğlu trafik
kazasında öldükten sonra hayattan da emekli oldu sanki..
Evlerine her geldiğimde
alıp da kullanmadığı kravat, gömlek, koku ve çoraplardan bir tanesini bana ya
da erkek torununa armağan etmesi onu içten içe mutlu eder. Bu kez de çantamın
üstüne kim bilir ne zaman işportadan aldığı bir çift beyaz çorap koymuş, ister
sen kullan, ister oğluna verirsin diye… Geçmişi unuttuğundan değil, anımsamak
istemediğinden diyorum, söz eskilere, okul ve gençlik yıllarına geldiğinde
fazla bir şey anlatmak istemiyor. Oysa bu günlerde de ben de sülalemin
geçmişine dallarına -şeceresine- meraklanmış durumdayım.
Salondaki guguklu
saatin ağırlıklarını çekip kurmayı da artık annem üstlenmiş. Annem! Sanki
dünyanın en çok çalışan ve en çok çile çeken insanı.. On bir yıldır oğlunun
yangınını ciğerlerinde tutuyor. Çok
çabuk ağlıyor, çok çabuk kırılıyor. Ama çabuk da gülebiliyor artık. Meraklı…
Hep bize meraklı bu sıralar. Torunlarının sevgililerinin ailelerine, ne zaman
evleneceklerine, evlenenin ne zaman doğuracağına falan.. İkisi benim beş torunu
var üç çocuğundan. Beş torunun dördü kız. Erkek olan da benim yirmi dört yaşına
gelen oğlum. Bakıyorum da -ya da bana öyle geliyor- onu ayrı bir yere
koyuyorlar torunlarının içinde hep. Tek erkek olduğundan değil, ölen oğullarını
anımsattığı için belki de…
Babam dünyaya aldırış
etmemeye devamla yatak odasında uyuyor bana emanet. Annem ise mezar
ziyaretinden ve okumadan geliyor şu anda Yalova vapurunda, demin cep telefonu
ile görüştük. O da bana emanet…
Hayat eskiyor. Yerleşik
hayatlar, daha da yerleşiyorken mekânlarına, insanların canına da okuyor. Hayat
eskirken, eskiler eski orduevlerinde, eskilerden söz ederek, eskitmeyi
hızlandırıyorlar… Yaşlılık hayatın gerçeği! “Hayat” demek daha doygun geliyor
bana “yaşam” demekten. Ben yaşlanıyorum
ama bir türlü yerleşik bir hayatı bulamıyorum. Bir Ankara, bir Bostancı, bir
Gayrettepe ve bir Antalya sürüklenip gidiyorum. Derbent, köyüm, doğduğum toprak
gözümde tütüyor. Tüten yerleşik hayat mı yoksa çocukluğum mu bilmiyorum! Altmış
yaşına geldiğimi ancak yaşlanmış sınıf arkadaşlarımın yüzlerindeki
kırışıklıkları, saçlarındaki akları görünce anlıyorum. “Ulan, dedem gibi
olmuşsun!” diyorum birisine. O birisi de bana sen genç mi kaldın sanki diyor…
Temmuz 2006, Bostancı
Temmuz 2006, Bostancı
***
Bu gün başında Kur’an
da okundu. Artık gidiyorsun baba. Güle güle git! Fazla acı çekmeni ve anneme çektirmemeni
istiyor gönlüm. Torunum geldi, sen gidiyorsun bu dünyadan. Peki, git! Her şey sırayla ve zamanında olsun yeter ki
baba.
Seni hastaneye götürürlerken
ambulans şoförü vücuduna ağrı kesici ilaç yapıştırıldığını zannetti. Oysa sen zaten
bir haftadır kendinde olmadığın gibi acı da duymuyordun.
Geçen hafta ölen
kardeşinin yanına gitmek için acele ettiğinin farkındayım. Kimse onun öldüğünü
sana duyurmak istemedi ama biliyorum sen yatak odasından duyuyordun
konuşulanları.
On beş yıl önce ölen
çocuğunun yanına gitmen için de on beş yıldır hep yakındın durdun. On beş yıl
önce alkole bulaşmış bir trafik kazasında ölen kardeşim hepimizle kavgalıydı
değimli? Hepimiz biraz buruk gönderdik onu bilinmez dünyaya ama sen daha bir
vicdan rahatsızlığı yaşadın... Bütün otobüs şoförlerine de o günden beri kızdın
ve nerde görsen “Siz öldürdünüz ulan benim oğlumu!” deyip hiç tanımadığın
kişilerin üzerlerine yürüdün. Oysa hep kavgalıydın oğlunla... Gurbette olmasam
benle de kavgalı olurdun herhalde. Hiç kimseye olmadığı gibi çocuklarına hiç
müdanan olmadı. Kibirli değildin ama çevrende yapılan, yapılmak istenen değişik
şeyleri ve bazı yabancı kimlikteki, değişik tarzdaki kişileri de beğenmezdin. O
tür kişilerle sohbet ederken hafif iğnelemelerin veya açıktan biraz da dalga
geçmelerin vardı.
Bir çocuğun, hele
altmış üç yaşındaki bir çocuğun seksen üç yaşındaki babasıyla ne unutulmaz
anıları vardır değil mi? Ama bizim hiç olmadı. Hep uzaktık birbirimize. İnanır
mısın, senin esas doğum yerinin Gümülcüne olduğunu ben elli yaşımdan sonra
öğrendiğimi fark ettim bugün. Bekârken izine geldiğimde, evliyken bayram
ziyaretlerinde hep annemle uzun uzun konuşurduk da seninle şöyle ağız dolusu
sohbet edemezdik. Ancak yemekte ya da bir misafirin yanında bizle birlikte
olurdun. Hep yatak odanda gazete kitap okur vaziyetini hatırlarım. İşte o yatak
odasında da son bir yıldır hep uyudun durdun…
Annem çok ağlıyor baba.
Bu gün hesapladım tam yetmiş bir yıl berabermişsiniz. Çocukluk çağlarından
ihtiyarlığa bir beraberlik! Arifiye Köy Enstitüsünde tanışıp hemen mezun
olduğunuzda evlenip ikiniz de ayni köye tayin olmuştunuz. Çok gençtiniz ve beni
de çok genç doğurmuştunuz. Senin babanın yerleştiği köyün yakınındaydı
öğretmenlik yaptığınız ve benim doğduğum o köyümüz…
Annemi çok sevdin.
Annem de seni… Yaşlandıkça o birbirinizi kırmalar, kavgalar yok oldu gitti.
Torunlarınız doğduktan sonra canımlı cicimli konuşur oldunuz. Herkes gibi gezmeyi,
görmeyi sever oldunuz… Bak bu gün annem
herkesten gizli hasta yatağına gelmiş sana son bir umut “Kocacım beni duyuyor
musun? Duyuyorsan başını salla ne olursun.” diyordu. Sen oralı değildin. Bir yıldır dünyayla, bir
aydır da etrafınla ilişkin kesildi. Kardeşim öldüğünden beri zaten umursamamaya
başlamıştın her şeyi… “Dünyaya aldırış etmezliği ve yarı felçli hali çabucak
Alzheimer olmasını sağladı.” demişti telefonda doktor olan kız kardeşim.
Çabuk git baba, anneme
de kendine de çektirdiğin eziyetler yeter!
Günahsızdın.
Kahpeliğin, dönmeliğin, hırsızlığın, hainliğin yoktu! Benim de yoksa eğer senin
yüzündendir! Onuru, doğruyu ve gururu senin genlerinden aldığım gibi
yurtseverliği ve devlete saygıyı senden öğrendim. Üç çocuk yetiştirdin baba.
Şuraya bak, bu pek kimseye nasip olmaz: biri subay, biri mimar, biri doktor üç
evlat! Yalnız bunları bıraksan bile
yeter de artar bu memlekete ve bu dünyaya…
Unutulmaz değilse bile
unutamadığım beraberliklerimiz çok oldu. Beni ve diğer çocukları trene bindirip
askeri okul sınavlarına getirdiğin günü Üsküdar’ın ve Boğaziçi’nin o günkü
güzelliğini unutamam. Üç yıl önce, yazın
hasta hasta Antalya’nın sıcağında çarşıdan eve kadar üç kilometre yürüdüğün
aklıma geliyor. Kravat tutkun için Vakko mağazasına girerken eşiğe takılıp
düştüğünde mağaza müdürünü haklı paylayışına kadar unutamadığım birçok Öğretmen
Sami Bey var hayatımda…
Kasımı çıkarttın baba,
hadi şu Aralık ayını da çıkartıver! Bir
bakarsın ayaktasın, kim bilebilir ki?
Hiç kimsenin babası
ölmemiş sanki de yalnız benim babam ölüyormuş gibi…
Ama herkesin babası
kendisine, kardeşlerin bile…
Gitme baba!
01 Aralık 2009 Salı
***
Bu gün altıncı gün hala
direniyorsun hayata Sami Hocam.
Doktorlar, umutlarını kesmesine rağmen akciğerlerine soktukları oksijen
borusuyla yaşatmaya çalışıyorlar seni.
Babam benim! Acı
çekiyor musun, beni duyuyor musun, nerede olduğunu, sana neler yaptıklarını
biliyor musun? Annemin de umudu söndü artık sen dördüncü kattaki yoğun bakıma
çıkartılınca. O bu güne kadar senin ayaklanıp eski haline döneceğini umut
ediyordu. Dün akşam hastanenin odasında son kez beraberdiniz. Başında hiç
uyumadan bekledi. Beklerken de hep eskileri andı. O Arifiye’deki çocukluk ve
öğrencilik günlerinizi, evliliğinizi, doğumları, senin askere gitmeni falan… Bu
gün eve gelirken bana senin yedek subay okulunu birincilikle bitirdiğinde anı
kütüğüne demir çivilerkenki fotoğrafını sordu. Uzun zamandır küçük odadaydı onu
nereye kaldırdık unuttum dedi. Son günlerde senin bu halin onun iyiden iyiye
unutkan olmasına neden oldu. Günde iki kez senin nüfus kâğıdını soruyor bana.
Sen gittiğinde onu ne yapacağız bilemiyorum. Bizden neler isteyecek, nerede
kalacak, bakıcıyı kovacak mı, gelininle olabilecek mi, kızında kalabilecek mi
bilmiyorum. Her şeyden önce senin gidişine dayanabilecek mi, ne zaman sonra
kendine gelebilecek belli değil.
Altmış üç yaşındaki bir
adam, torun torba sahibi bir adam ağlar mı baba? Ben ağlıyorum. Geceleri
ağlıyorum. Ama ağlamam sanki bir ölünün arkasından ağlamak gibi değil. Hayata,
nefes almaya, yaşamaya, Tanrıya ağlamak gibi… Gizli ağladığımda şarj oluyorum
sanki baba! Ama senin tükenen hayat pilini hastanedeki doktorlar bir türlü şarj
edemiyorlar…
Hala bekliyoruz baba.
Bugün yoğun bakımdaki bütün hastalar senin yaşlarındaydı. Öbür tarafa gidici
yedi yaşlı insan vardı. Omzuna dokunarak eğilip “baba” dediğimi, kız kardeşimin
yanaklarına elleyişini duydun gibi geldi bana… Gene Sami Bey gibiydin baba!
Yoğun bakımın girilmesi
yasak kapısının karşısında gene girilmesi yasak bir kapı olduğunu fark
ettiydim. Kapının üstünde “yeni doğan” yazıyordu. İnsanlar bir odada doğup karşıdaki
başka bir odada ölüyorlardı. Oralardaki
görevliler, ölümle ve doğumla uğraşanlar, doktorlar, hemşireler ne de kutsal
kişilerdi…
Bu gün özellikle senin
gömleğini giydim. Tıpı tıpına oldu bana. Senin gibi olmak istiyorum baba, adam
oldum artık galiba…
Demin anneme seni
boşuna beklememesini söyledim. Artık senden mucizeler beklememesini, oturup
senin bir an önce acılarını dindirmen için dua etmesini söyledim. Dondu kaldı.
Hiç tepki de vermedi. Ancak beş dakika sonra yerinden kalktı topallayarak,
ayağını sürüyerek odasına gitti. Arkasından gittim, ağlıyordu.
Adam olmak, cesur olmak
mıdır Sami Hoca? Kimse senin gitmeni istediğini söyleyemezdi yüzüne karşı ama
ben söyleyebiliyorum bak!
Artık git baba!
07 Aralık 2009
Pazartesi
***
Benim bu güne kadar hiç
babam ölmemişti, şimdi öldü.
Bu gün Sami Hoca’yı
yıkadım, yuğdum, sarıp sarmaladım ve açılan çukura yan yatırıp üstünü toprakla
örttüm. Ağladığım akşam hastanedeki son gecesiydi, dün gece morgdaydı, bu gece
de toprak altında…
Sözün kısası bir Sami
Hoca vardı, şimdi o Sami Hoca bu gün saat ikiden itibaren yıllar önce toprak
olan oğlunun yanında.
Babam gitti ama ben
daha epey zaman onunla konuşmaya devam edeceğim. Size yazmayacağım. Neler konuştuğumuz onunla ikimizin arasında
kalacak.
Babası ölenlerin gözyaşları
gözlerini hep yakar mı?
Gözyaşları yakıcıdır.
Her babası ölenin omuzu
çöker mi ertesi gün?
Omuzda apolet olmadığı
fark edilir.
Her babası ölen
karanlıkta mı kalır?
Babası ölenlerin
kendileri bulur aydınlığı.
Buldukları her aydınlık
kendilerinindir.
Babalar, çocuklarına
öldükten sonra daha çok mu yol gösterirler?
09 Aralık 2009 Çarşamba
Bostancı
Yorumlar
Yorum Gönder