FOTOĞRAFÇILIK
Bir heves ve iki sevgiyle başladım fotoğrafçılığa. Babamın körüklü makinesini saymazsam yirmi yaşından beri fotoğraf makinem vardır. Son iki yıldır bu işi bilen arkadaşlarımdan öğütler, hocalarımdan hoşsohbet dersleri aldım, hepsi bu…Fotoğrafın, fotoğrafçılığın okulları var, kitapları var, ustaları var, malum. Ben ise biraz sevdalısı oldum.
Fotoğraf konusunda o kadar çok söz eden var ki… Derler ya bu gök kubbe altında bizlere söz kalmamıştır diye, aynen öyle. Kim ne demişse demiş, fotoğraf üzerine ben de iki söz edeceğim. Bilenler bilir, söz etmezsem çatlarım. Hem de hesapsız, kitapsız ve aceleyle.
Fotoğraf, anı yakalar. Kısa tanımı budur bence. Ancak tanım bununla kalmaz elbette. Teknolojinin bu kadar geliştiği bir ortamda eski siyah beyaz fotoğrafların sanatsallığının yanında şimdilerde fotoğrafçılık, çekenin gördüğü kadraja ve hayal ettiği kurguya uygun şekliyle, yakaladığı anı başkalarına sunma sanatıdır.
İşte bu nedenle bir fotoğrafçı yakaladığı anı yaşayamaz. An, resmedildikten sonra ölür. Balığın oltanın ucunda can vermesi gibi… Anı yakalamak için çaba harcarsınız, sabredersiniz. O gördüğünüz, yakaladığınız rengi, ışığı, dokuyu, hareketi yaşamanız gerekmez mi? Geçen gün ormanda oynaşan iki sincabın fotoğraflarını çekebilmem için onlarla birlikte doğayı yaşayamadığım gibi… Sosyal paylaşım sitesinde sergileyip, onlarca beğeni aldığım fotoğraflarla uğraşmam yerine, iki sincabın avaz avaz ne demek istediklerini anlamaya çalışsaydım, kuyruklarının renklerini ve ağaçtan ağaca uçuşlarını seyrederek onlarla birlikte o anı yaşasaydım, kesinlikle hayattan daha çok zevk alabilirdim.
Son bir yıldır hep başkaları için kadraja, renklere, ışığa ve hareketlere baktığımı şimdi anlıyorum. Gözlerimle gördüğüm dünyayı kendim için yaşamamıştım. Galiba bütün fotoğraf sanatçıları hatta bütün sanatçılar için bu böyle. Sanat eleştirmeni değilim elbette, sanatçılara söz söylemek ne haddime… Bütün dallarda sanatçılar bize dünyayı sunarlarken kendi dünyalarını yaşayamıyorlar mı acaba? Belki de sanatçılar, yazarlar, çizerler, resmedenler hep kendi iç dünyalarında gezerler.
İkinci sıkıntımsa, fotoğrafın çabucak eskimesi... Çiçeğin gözünü, doğanın betimlenemeyecek kadar güzelini yakalar, yakaladığınız resmi çerçeveler, istediğiniz yer ve zamanda insanların beğenisine sunarsınız. İşte o andan sonra o fotoğraf hem eskimeye hem de sizden uzaklaşmaya başlar. Fotoğrafınız artık bir izdir, eski bir anıdır, sizin kişisel tarihiniz ve eski bir dostunuz olmuştur. Dahası sizin bile değildir. Bu durumda ona başkalarının gözü değmiş, başkaları içselleştirmiş, başkaları sahip çıkmıştır. Sanatçı kıskançtır ya, artık onu ne ikinci kez sergileyebilir, ne de ikinci kez sevebilirsiniz. Sevmişsinizdir, sunmuşsunuzdur ve artık o bitmiştir.
İşte fotoğrafçılık ya da akademik adıyla fotoğraf sanatçılığı bence iki ucu pis bir değnektir. Değneğin bir ucunda yaşanamayan anlar vardır diğer ucundaysa yanıp giden ve çabucak eskiyen anılar… Ne çekerseniz çekin, makro, portre, manzara, çiçek, böcek, insan halleri, hepsi yaşayamadıklarınızın, saklayamayıp unutmaya başladıklarınızın kötü bir aracısıdır. Fotoğraf biraz da müziğe benzer bence. Biri seyrederken diğeri dinlerken vardır. Salondan çıktıktan sonra ikisi de uçmuştur ve o görüntüden, sesten artık eser yoktur. İkisinin de kalıcı olabilmesi için onları anımsamanız ve çantanızdaki albümünüzde (bilgisayarınızda) saklamanız şarttır.
Bir üçüncü kötülüğü fotoğrafçılığın, fotoğrafın sizi teslim almasıdır. Bir fotoğraf tutkunuysanız, günlük yaşamınız baştan aşağı fotoğraftır… Nereye baksanız, neyi görseniz konuyu hep kadrajlar, çerçevelersiniz. Artık ne kitap okuyabilir ne müzik dinleyebilir ne film seyredebilir ne de insanlarla ağız tadıyla sohbet edebilirsiniz. Beyniniz bir objektiftir, hem de zoom yapan cinsten ve artık aklınız fikriniz, gözünüze gözünüze giren renklerde, ışıklarda ve dokulardadır.
Yaşamı resmetmek için fotoğraf çekerken, dünyayı bir başınıza yaşayamazsınız. Yaşamak istiyorsanız eğer boynunuzdaki fotoğraf makinesini evde bırakmanız gerekecektir. Cep telefonunuzun fotoğraf kısmını da unutmanız…
Fotoğrafçılığın hiç yararı yok mudur peki? Belki tek bir yararı, dünyanızı ışıklandırması, renklendirmesi ve boyutlandırmasıdır. Bu tek yararlı tarafı diğer saydıklarımın zararını ortadan kaldırıyor mu? Burada sözü fotoğraf sanatçılarına, fotoğraf hocalarına bırakmalıyım.
Bir usta “Her deklanşöre basan fotoğrafçı oluyor” demişti. Ben fotoğraf çekip çekmemekte kararsızım ama yaşamakta kararlıyım.
Beycik, 23 Haziran 2014
Sevgili Cumhur,
YanıtlaSilYazını geç gördüm, geç okudum. Ama çok beğendim. Duygu yüklü. Kendini, çok güzel izah etmişsin. Gerçek bir sanatçı duyarlılığıyla. Aslında sen sincapları izler ve uygun kareyi yakalamaya çalışırken An'da yaşıyorsun. Aklında hiçbir kaygı olmadan sadece sincabı izlemek ayrı bir zevk, güzel bir anı yakalayıp o güzelliği fark etmeyen başkalarına da gösterip onların da bu güzellikten nasiplenmesini sağlamaya dönük heyecanı yaşamak ayrı bir zevk. İşte bu heyecanı yaşamak ve o anı gözlemlemek de An'ı yaşamaktır. Bilirsin mutluluk üzerine yazı yazan, düşünen veya bu konuda yaşam koçluğu yapan herkes An'da yaşamayı tavsiye ediyor. Geçmişin acıları ile gelecek endişelerinden uzak. İşte sen de uygun kareyi, yani An’ı yakalamaya çalışırken aslında An'da yaşaıyorsun. Onun için bu uğraştan zevk alıyorsun. Onun için resim çekmeyi seviyorsun. Çünkü o anda An'da yaşıyorsun ve mutlusun. Mutluluğun kaynağı da bu. Mümkün olduğunca daha çok An'da yaşamak. Sevgiyle kal.
Yusuf Yüksel Köken.