Tütengil Hoca (07 Aralık 1979)
Askeri Lise’de okurken, cumartesi ve pazar günleri folklor çalışmaları
için Cağaloğlu’ndaki Türk Talebe Birliği binasının kapalı spor salonuna giderdik.
Bir gün kızlı erkekli arkadaşlarla çalışmamız bittikten sonra gittiğimiz
Beyazıt’taki Beyazsaray denilen kitapçıların bol olduğu bir iş hanındaki düğün
salonunda konferansını dinlemiştim. Birisi bizi götürmüştü ama hocalardan mı
yoksa öğrencilerden mi unuttum. O gün hayran olmuştum hocaya. Sonra da gazetedeki
yazılarına hayran olduydum Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in. İyi, cesur ve
vatansever bir profesördü. Bir o kadar da alçakgönüllüydü. O yaşlarda en
azından bana öyle gelmişti…
Yıllar sonra bir kış günü Levent’teki sokağın ortasında,
çantası yanında, yüzükoyun asfaltın üzerinde yattığında hocayı ikinci kez
görüyordum. İkiden fazla katilin çapraz ateşinde kalmıştı. Katillerin amacı, kalleş
pusularında yaralı bırakmadan oracıkta öldürmek olduğu belliydi. Telsiz merkezi
“Olay
yeri; Levent, Sülün Sokak efendim.” dediğinde daha yollarda
trafik yoğunlaşmamıştı, Beşiktaş’tan cipe atlayıp gelmiştim. Benden önce Levent
karakolundan gelen polislerden birisi, “Cesedin üzerinde şu notu buldum.”
demişti. “Ne Amerika, Ne Rusya, bağımsız
Türkiye! Antiterör Birliği.”
Savcı gelinceye kadar dokunmamış, kaldırmamıştık yolun
üstünden küçük ve yaşlı gövdesini. Kanı göl olmamış, aksine yol olup asfalt
yolun kenarındaki yağmur hendeğini bulmuştu. Sabah saatlerinde otobüs
bekleyenler, işine gidenler merakla birbirlerine soruyorlardı, “Kimmiş, kimmiş?
Ne istemişler yaşlı adamcağızdan?”
Bırakılan not kesinlikle şaşırtmacaydı ve kimlerin vurduğu
belli değildi. Ama neden vurdukları belliydi, sırf soldan yani karşıdan bir
tanınmış kişiyi vurmak için vurmuşlardı. Bir de belki okulda kırık not verdiği,
bir türlü onun dersinden geçemeyen öğrencileri olabilirdi. Üçüncü bir olasılık
yoktu.
Buldular mı katillerini, kanı yerde kaldı mı bunca yıl sonra
sormadım, bilmiyorum. Beyazıt’taki
konferansını hep aklımda canlı tutmaya çalışmıştım. Memleketimizin dünyanın ortasında,
geçiş yolları üzerinde olduğunu, milletimizin de göçmen toplumlardan meydana
gelmiş bir millet olduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin geleceği için Kemalizm’den
başka bir yolun tutar bir yol olmadığını vurgulamıştı. Bilimsel sosyalizmin ya
da komünizmin öyle fanatik savunucularından da değildi.
O gece evde doğru dürüst uyuyamamıştım. Uzaktan sevdiğim ama
tam olarak tanımadığım, düşüncelerine saygı duyduğum birisinin cesedini morga
kaldırmıştım. Yarın da cenazesinde gene emniyet önlemini ben alacaktım. Artık
haksız ölümlerle (hangi ölüm haklıdır ki sanki) sıkça karşılaşıyor, olanları kanıksayamıyor daha beter hüzünlerle, duygularla allak bullak oluyordum. Kalınca
bir öğrenci defterine öyle pek ‘günce’ sayılmayacak notlar alırdım. Defteri
karıştırdığımda o günün gece yarısı şunları yazdığımı gördüm:
“Bizim
‘Memleket, Memet’, verimi az olan insanlarla dolu şimdilik! Kimse çalışmıyor
ki… Onun için az biraz çalışan ve üstüne de az biraz cesaretli olan, yükünü
tutturuyor memlekette. Hayat kısa, öğrenecekler ve de öğretecekler ise çok
uzun… Çağdaşlığı memleketteki millete çantadan mı yoksa okuldan mı öğretmeli? Mesele
burada...”
Cavit Orhan Tütengil, İktisat Fakültesinde sosyoloji
kürsüsünde profesördü. Yattığı yerde, yanında körüklü deri çantası duruyordu.
Şişli camiinden siyasi cinayetlerin cenazeleri kaldırılırken
cami avlusu hariç, meydanın ve cami çevresinin emniyeti 6ncı Tümen Komando Bölüğüne
yani bana aitti. Polisler içerde, ben de dışarıda önlem alırdık.
Ertesi gün sabah, her zamanki düzeni almıştık Şişli’de. Bu
kez biraz daha kalabalıktık. Polis de kalabalıktı, asker de. Şişli meydanının
Halaskargazi Caddesi ve Büyükdere Caddesi yönlerine birer barikat kurmuştum. Her
bir barikat kirpi dediğimiz portatif tel engeli, arkasında üç sıra asker, onun
da arkasında kamyonlar şeklinde üç kademedeydi. İki barikat arasındaki beş yüz
metrede sürekli mekik dokuyordum.
Hoca üniversiteye, dersine gitmek üzere evinden çıktığında
vurulmuştu. Bu, başta öğretim görevlileri, doçentler ve profesörler olmak üzere
bütün öğrencilerin kitlesel olarak camiye sonra da mezarlığa gidecekleri,
nümayiş yapacakları demek oluyordu. Komutanlık aldığı duyumları bizlere
iletirdi hep. İşi sıkı tutuyordu, kalabalığın içindeki kışkırtıcıların bu kez
bastıracağı ve kargaşa yaratacakları belliydi.
Beyazıt meydanında toplanan kalabalığın, öğlen namazında
Şişli’de olacak şekilde yola çıktığını, önde profesörler arkada öğrenciler
giderek artan bir şekilde yürüyüşe başladıkları anonsunu duyuyorduk. Polis telsizleri,
sendika ve meslek kuruluşlarının Taksim’den yola çıktığını bildiriyordu. Nasıl
olacaktı bilmiyorum ama öğretmen ve öğrencilerin cami avlusuna girmesine bir
şey denmeyecek, Taksim’den gelecekleri engelleyecek şekilde emir almıştık. Ezan
okunmaya başladığında Halaskargazi Caddesi yönünden gelen kalabalık kitle, zaten
hınca hınç dolu olan meydana girmek için barikata yüklenmeye başladı. Caddeyi
boydan boya kaplayan ve derinliğini ancak helikopterdeki telsizden
öğrenebildiğimiz kitle, barikatı söküp
atabilecek şekilde bir sel gibi hareketli ve kararlıydı. O hengâmede durun
yapmayın demekten kimse anlamaz ve kontrollü olarak havaya ateş etmekten başka
bir şey yapılamazdı. Bu durumların eğitimini yaptırmıştım. Kimse benden emir
almadıkça rastgele havaya da ateş açamazdı. Görev, bizzat başında olmadığım bir
yerde yapılsa dahi maiyetim, ancak benim telsizle onlara vereceğim emre göre
hareket ederlerdi. Kısaca ateş etme konusunda inisiyatifi kimseye
bırakmıyordum. Eğer kalabalık arasında ya da karşısındaysak ateş serbest
dediğimde yalnız manga komutanı ve mangadaki keskin nişancı olarak belirlenmiş
bir avcı eri, havaya birlikte üç el ateş edeceklerdi. Sonra da boş kovan falan
toplamaya kalkmadan, silahlarının emniyet mandalını gene kapalı konuma
getireceklerdi.
Hareketli ve heyecanlı kitle barikata iyice yaklaştı. Her
zaman bu tür kitlesel hareketlerde ön saflarda kadın ve kızları olurdu ama bu
sefer onlar üç-dört sıra arkadaydılar. Bundan anlıyordum ki kitle barikatı
yarmaya kararlıydı. Askerlerim kendilerini kalabalık içinden nasıl
kurtaracaklarının da eğitimini yapmışlardı. Manga, kama düzeni alacak, süngüleşme
vaziyetiyle ve komutla hep birlikte ayakları sertçe yere vurarak, uygun adımla
kalabalığı yarıp geçecekti. Burada esas olan kalabalık içinde erimemek ve kitleye
yem olmamaktı. Kitle barikatı bir yıkmaya görsün, daha sonra olacakların bir
sorumlusu bulunur, ateş etsen de etmesen de nedeni sorulur, kabahatli aranırdı.
Bankaların camlarının kırılmasının, iş yerlerinin yağmalanmasının, kitle
içindeki hazır kışkırtıcıların cenazedeki protokol kişilerine saldırmalarının,
tabutu ele geçirip gösteri yaparak mezarlığa kadar gitmelerinin falan hesabı
kesin bir kişiden sorulur o da ben olurdum.
Önce megafonu taşıyan ere yanıma gelmesini işaret ettim.
Zaten devamlı gözü bende olan çocuk yanımda bitiverdi. Kitlenin ön safı
barikata on metre kadar yanaşmıştı. “ Uyarıyorum, askere beş metre
yaklaşanlara kaba kuvvet kullanılacaktır!” dediğimde pek aldıran
olmadı. Megafonu geçen hafta yenilemiştik. Sesi daha bir güçlüydü. Uyarıyı bir
kez daha yaptığımda öndekilerin durmasına rağmen kalabalık akmak istiyordu. Bir
iki adım daha attıklarında birden yüksek sesle bağırdım: “Vuruşma
vaziyeti al!”
Biraz önce cesurca ilerleyen ön satakiler, benim bu
komutumla askerlerin ellerindeki silahların ucunda parlayan süngülerin kendilerine
çevrildiğini görünce, birbirlerinin üzerinden atlayarak geriye doğru kaçışmaya
başladılar. Bu durumda arkadaki kitle de tamamen geriye dönmek zorunda kalmış,
insan seli, birden bire ters yöne akmaya ve taksime doğru koşmaya başlamıştı.
Demek ki, komutu verdiğim megafondan kararlı ve korkutucu bir ses çıkmıştı. Ben
de şaşırmıştım, oysa daha kimseye dokunmamıştık bile. Barikatın arkasındaki
yolun üzerinde şimdi telaşsız, karışık yönlere doğru yürüyen ve cami tarafına
aldırmayan insanlar kalmıştı.
Cenaze namazı bitti. Tabut cenaze arabasına konuldu. Başta
Ordu Komutanı, Vali ve diğer resmi kişiler, onların peşinden avlunun içindeki
kalabalık, cenaze arabasının arkasından bir süre safta yürüdüler. Sonra araç
Zincirlikuyu Mezarlığı’na doğru hareket etti.
Ertesi günkü gazetelerin birinde barikatın önünde sırtım
objektife dönük fotoğrafım vardı. Haberin başlığı fotoğrafın üstüne konulmuş,
alt başlıkları fotoğrafın altında, haberin ayrıntısı ise iç sayfadaydı:
“Cenazeye
herkes alınmadı.”
“Mezarlığa gitmek isteyen ancak izin
verilmeyen profesör ve öğrencilerin üzerine askeri “Süngü Tak!” emriyle sevk
edenin kim olduğu belli değil.”
“Silahlı
anarşistler sokaklara dağıldılar, çatışma çıktı. 12 kişi yaralandı hastaneye kaldırıldı.
160 kişi gözaltına alındı.”
Sakladığım o gazetenin içinde sonradan bir kâğıda yazdığım
şu şiiri buldum:
“Ne
zaman yaşayacağız doyasıya?
Hüngür
hüngür ne zaman ağlayacağız?
Ne
zaman kahkahalar atacağız?
Hep
böyle
Somurtkan donuk
Hep
böyle
Ağlamakla gülmek arası kopuk kopuk
Hep
böyle
Hep beraber
Yüreğimize hep taş mı basacağız?”
Cumhur UTKU
Yorumlar
Yorum Gönder