GÖÇMENLİK

Seyahat etmeyi severim. İki üç ay seyahat etmezsem eve kapatılmış rottveiler gibi gözüm hep kapıda olur. Sekiz yıldır, karımla birlikte, bir dağ köyünün alt yamacındaki çam ormanı içindeki yazlık bir sitede yazlarımızı geçiriyoruz. Devlet nasıl buraya izin verdi o ayrı bir konu. Karım buradan hiç ayrılmak istemiyor ama ben gölgesi bile işe yaramayan sarı çamları artık sevmemeye başladım. İçimde hep göç etme duygusu var. Muvazzaf askerlik yaşamımda on yedi kez denk hazırlayıp on dört kez göç etmişiz.  

Yıllar önce bu ormanların üzerinden helikopterle uçarken yanımdaki arkadaşıma, emekli olunca bu ormanların içinde bir evde yaşamak isterim demiştim. İnsan yaşamında her istediğini yapamıyor ama işe bakın ki, şansıma burada yaşıyorum. Genelde memnun olamamamın, çevresel, fiziksel ve kişisel özelliklerimle ilgisi var elbette. Kişisel özelliklerim malum, kaşar kurdu gibi gezginci olmam. Fiziksel özellikler ise memleketi ve dünyayı tanıma isteğinin yanında, denizden sıkılıp dağa, dağdan sıkılıp ovaya kaçma arzusu…

Çevresel etkiler daha fazla. Yazlık evin etrafındaki komşularımızın çoğu göç yaşamış aileler. Memurluktan sonra emekli olduklarında buralara göçmüş olanların yanında, ailesinden kopup buralara kaçmış gençler de var. Komşuların çeşitliliği bana sıkıntı vermekte. İnsan kafa dengi insanları arıyor yaşlandıkça.  Sitenin yüz metre aşağısındaki cami avlusunda, hoparlörlerden beş vakit bet sesini dinlediğim imamın lojmanı var. Onun biraz üstünde, bu köyün yerlisi bir aile. Büyük oğulları marangozluk yapıyor ve yazlık sitelerde her ev sahibi değiştiğinde paraya para demiyor. Yandaki komşum, Sırbistanlı bir kadınla evli Elazığlı genç bir adam. İki de oğlan çocukları var. Akıllı ve hesaplı yaşıyorlar. Onların yanında bir İtalyan pilot ile bir Rus kadın. Onların da ciyak ciyak bağıran ve şimdiden üç dili konuşabilen sevimli iki kız çocukları var. Köyün daha alt yamaçlarında beş gündür inşaat gürültüleri ile çevreyi bunaltan ve üç adet taş ev yapmaya çalışan İngilizler var. Beycik köyünde ve bizim sitede adını sanını bilmediğim Alman, Almancı, Belçikalı vs. dolu. Biz de bu evi, erkek Almanyalı, kadın Kongolu bir çiftten satın almıştık. Beycik Köyünü kendi yerlilerinden önce yabancılar keşfettiği için buraları birleşmiş milletler gibi yani…

Yeni taşındığımızda yazlık sitelerde çalışan Orta Asyalı genç göçmenler vardı. Yollarda gözlerim Suriyeli görmeye alışmıştı. Bu yıl yürüyüşe çıktığım sabahlar, Orman İdaresinin kiraladığı taşeron firmada çalışan orman işçisi Afganlılarla selamlaşıyorum.
Kızıyoruz ya göçmenlere, oysa hepimizin kökü göçmen. Dedemin babası 1864 de Kafkasya’dan göçmüş. Karımın dedeleri Kastamonu ve Rize’den İstanbul’a gelmişler… Hiçbirimiz doğduğumuz yerde kalamıyoruz bu dünyada. Göçmenlik insan oğlunun doğasında var.

İnsan yaşlandığında bir dikili ağacı kalmasa bile gene de köyüne dönmek mi istiyor acaba? Bu istek yalnız bende mi var bilmiyorum. Bunca göçerlik ve gezginlikten sonra kendi köyüme yerleşip orada ölmek istediğimde, bakıyorum da kendi köyümde, ne alabileceğim küçük bahçeli bir ev alabilecek param, ne de çocukluğumdan kalmış arkadaşlarım var. Birçok Maşukiye ve Hikmetiyeli aileler büyük kentlere göç etmişler. Birçok yabancı aileler de büyük kentlerden gelip köyüme yerleşmişler. Mezarlıklar değişmemiş. Geçen ay uğradığımda babaannemin köyü Yanık’taki bir emlakçı, abi demişti, buralarda yabancıya ev satanlar epey yüksek fiyat istiyorlar. İnsanlar göçtüğü yeri sahipleniyorlar. Kırk elli yıl önce buraya göçüp topraktan rant elde edenler yerlisi oluyor buraların. Ben ise her yerde ve kendi köyümde bile yabancı bir adam oldum hep. Kader işte.

Dünyanın kaderi de benim kaderimle aynı gibi. Şu “ahir ömrümde” yakın zamanda New York’ta çarşı pazar gezerken (çarşı pazar bizim bildiğimiz şekilde değil tabi) insan göçüyle ilgili bazı saptamalarım oldu. Örneğin simalarını çocukluğumdaki Tom Miks ve Teksas çizgi romanlarından bildiğim Kızılderililere hiç rastlamadım. Koca gökdelenlerin arasında ve yerin altından giden trenlerin ani gürültüsüyle irkildiğim, mazgallarından devamlı buhar tüten ve kısaca NYC dedikleri bu koca kentin sokaklarında çoğunlukla siyahi insanlar gördüm. (Zenciye de zenci deme baba, kızarlar demişti kızım.) Afrika kökenlilerin, o dünyanın en kocaman kentindeki insan nüfusunun en az yarısı olduğunu anladım. Sonra İspanik denilen bize benzeyenler, sonra Çin ya da Japon tipli ve kültürlü kadın ve erkekler… Daha sonra da sarışın ama sarışın bir kurda değil, sarışın, sarmal ve çoğu obez bir kediye benzeyen Avrupa kökenliler…

Umberto Eco’nun yazdığına geliyor insan: “Olayların seyri ani değişiklik göstermezse, gelecek bin yılda Avrupa’nın her yanının New York gibi olmasına kendimizi hazırlamalıyız.” demişti. Gelecek bin yılda diye fazla süre koymuş. Çok daha yakın zamanda dünyanın demografik yapısı değişecek ve herkes daha kötüsü olmasın diye Afgan mültecileri bağrına basacaktır herhalde.

İşte böyle. Göç, göçmenlik, zorunlu göç, mültecilik, iç göç, dış göç konuları ben öldükten sonra daha da çok konuşulacaktır.

Boş verin, mühim olan insanlık deyin ve ruhunuzun dinlendiği, cebinizin dolduğu yerde kendi ahlak anlayışınız içinde yaşayın.

Sevgiyle…

CU

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI