28 ŞUBAT’IN BİNİNCİ YILINA DOĞRU


NEYDİ?

Laikliğin kilit taşı olduğunu ve irticanın bin yıl süreceğini unutmuştuk. Balık belleğimiz neleri unutmadı ki? 28 Şubat 1997 günkü Milli Güvenlik Kurulu’nun kararlarından önce Gnkur. Bşk.lığı tarafından Cumhurbaşkanına sunulan brifingi, MİT Müsteşarlığınca sunulan raporları unuttuk. 

İlk Öğretimdeki sekiz yıllık kesintisiz eğitimi kimlerin istemediğini, REFAHYOL Hükümetinin daha doğuştan  sakat olduğunu, bu hükümetin göreve başladığı gün devlet geleneklerini ve kişilerin yaşam tarzlarını değiştirmeyi hedeflediğini, milletvekillerinin gidip PKK ile kendi bildiklerince konuştuklarını, Aczimendi rezaletini, rezaletin kaynağının değiştirmek istenmesini, Bankasya’nın açılış fotoğraflarını, kasti türban gerginliğini, çeşitli il ve ilçelerdeki Refah Partili belediye başkanlarının laikliği hedef alan, şeriatı öven nutuklarını, Rafsancani’nin ziyaretini, Libya’daki çadırı, başbakanlık konutunda şeyhlerin, müritlerin, dervişlerin ağırlanmasını unuttuk.

Çillerin mal varlığının aklanmasını, yalnız İstanbul’da 1981 yılında 307 olan irtica yuvalarının Milli Görüş iktidarında 560 adede çıktığını, beş ayda 67 bin kişinin devlet kadrolarına atandığını, öğretmen atamalarında %70 artış yaşandığını unuttuk.

Fethullahçıların Türk Ordusu ve Emniyet Genel Müdürlüğü kadrolarına sızmalarına göz yumulmaya başlandığını, Erbakan ve partisinin aşırı İslamcı radikal örgütlerle legal ya da illegal temaslarını, ticarete din kisvesi bulaştırıp helalle haramın karıştığını, Ordudan ihraç edilen tarikat mensuplarının milli görüşçü ya da Fethullahçı ticari kuruluşlarda istihdam edildiğini, Nurcuların en ünlüsü olan Fethullah’ın yurt dışındaki yüzlerce okulunu, onlarca şirketini, zaman gazetesini, bu gazetenin yurt dışında 12 ülkede yayınlandığını, Sincan’daki Kudüs gecesini, ertesi gün Ecevit, Baykal ve Mesut Yılmaz’ın canhıraş beyanatlarını unuttuk.

Aklımızda sadece, Kudüs tiyatrosundan dört gün sonra Sincan’dan geçen tanklar, bir generalin 28 Şubat kararlarına “postmodern darbe denilebilir.” demesi ve başka bir generale de haksız yere atfedilen “demokrasiye balans ayarı” sözü kaldı.

NE OLMUŞTU?

O günlerde aklı başında saydığımız gazeteler bile “Muhtıra gibi öneri” “Askerlerin Muhtırası” “Genelkurmayın görüşlerini dayatması” falan dediler.

"Alışamadım!" diyen teğmenden "Atatürk’ü sevmek zorunda değilim!" diyen teğmene gelirken, o günlerde “Ben Hizbullahım. Türkiye’nin %90’ı Hizbullahtır. Hizbullah olmayanlar ise Hizbulşeytandır.” diyen Şevki Yılmaz’dan “Osmanlıyı süren soysuzları lanetliyorum.” diyen Şevki Yılmaz’a geldik. Karşı darbeye, post modern bir şekilde suyu ısıtılan kurbağa gibi alıştık, alıştırdılar. Ulus bölündü, yurt işgal edildi, devlet satın alındı, bayrağımızı korumaya çalışır olduk. Olan ulusal değerlere ve ulusal ekonomiye oldu.

Tarihe yalan söyleten binbir çeşit hikaye yazıldı. 28 Şubat olmasaydı ne olurdu sorusunu şimdi kimse sormuyor? O zamanın çocukları şimdinin koca adamları halen içerde yatmakta ve yatarken ölmekte olan o zamanki generallerinin suç işlediklerini sanıyorlar. Akıllarına 28 Şubat’ta, ondan önce ve sonra neler oldu soruları gelmiyor. Çünkü milli görüş partilerinin sonuncusunu yumuşak bir darbeyle ele geçirip liderini deviren, yeni liberallerin desteğindeki yeni ekibin önünün açıldığını kimse fark etmedi. Bazıları “Askerler karışmasaydı Akepe gelmeyecekti” der. Hezeyandır. Asker uyarmasaydı, Fethullah kendine has hukuk ve sosyal düzeniyle 15 Temmuz 2016’dan önce, 2007 yılında gelecekti. Genç vatandaşlar kirli senaryodaki darbe teşebbüsünün ötelenmesini 28 Şubat kararlarının önlediği gerçeğini unutmuşlardı. Doğru zannedilen o kadar çok yanlış vardı ki! 

SONRASINDA NELER OLDU?

28 Şubat 1997 tarihinden sonra neler oldu? Onları da anımsayalım. Brifingler devam etti. Koalisyon partileri içinde çekişme devam etti. İrtica odaklarının eylem ve söylemleri devam etti. Batı Çalışma Grubu kuruldu. Yasaldı. Başbakanlıkta, İrticayı Sürekli İzleme Merkezi (SİM) kuruldu. Yasaldı.

O günlerde bu günlerin fotoğrafı çekilmiş ve o günkü hükümetin önüne konulmuştu. Fotoğrafı gören muhalefet dehşete düşmüş ama hükümet aldırır gibi yapıp aldırış etmemişti.

O günlerin (ki o günlerde parlamenter bir düzen vardı) partisiz Cumhurbaşkanı  “Şimdi 28 Şubat'a darbe diyorlar. Neresi darbe? Ne olmuş 28 Şubat'ta? Parlamento fesih mi edilmiş? Hükümet alaşağı mı edilmiş? Siyasi partiler mi kapatılmış? Milletvekilleri mi tutuklanıp götürülmüş? Ne yapılmış? Bunlar yapılmamış, Milli Güvenlik Kurulu toplanmış, kararlar almış. Bunları herkes imzalamış ve sonra da uygulanmış. Hükümet görevinin başında kalmış. Dört ay sonra istifa etmiş. Anayasaya göre yenisi kurulmuş. Buna darbe denilmez.” demişti. 

O günlerden sonraki atanan Genkur. Bşk. da “İrticayla mücadele irtica bitene kadar, gerekirse bin yıl devam eder.” demişti.

Günümüze kadar belleklerde kalan 28 Şubat, yanlış kaldı. Medya ve sosyal medyada 28 Şubat’a “darbe” kelimesi eklenerek yanlış algılandı. “Darbe” kelimesi mahkeme tutanaklarında ve savcılık iddianamelerinde bile bu kadar fazla geçmemişti. Bu yanlış algı halen devam etmektedir Wikipedia’da “28 Şubat” yazdığınızda bir çok doğrunun arasına pek çok yalan ve yanlışın sıkıştırıldığını görürsünüz. Algı yönetimi orada da vardır. 28 Şubat mağduru diye binlerce kişiyi hatta şimdiki cumhurbaşkanının o zaman 14 ve 12 yaşlarında olan iki çocuğunu bile mahkemelerde “müşteki” yapmışlardı.

Sonra ne oldu? Sonra, 102 asker, bir sivil mağdur oldu. Hiçbir suçları ve kabahatleri yokken 103 kişi tutuklandı. Yalnızca asker olmalarının gereği, emirlere itaat etmişlerdi. Aldıkları emirlerin yasal olduğu, o zamanki yasalara uygun olduğu bilinen bir gerçekti. 28 Şubat kararlarından yıllar sonra, 2012 yılından 2021 yılına kadar mahkeme kapılarında, zindanlarda süründüler. Kimi öldü, kimi hastalandı, kimi sağlık nedenleriyle affedildi, kimi konuya çok uzak olduğu için beraat etti. Ama hiçbiri yalvarıp yakarmadı. Ölmeyen, yakarmayan beş general yargıtayın da onadığı müebbet hapis cezası kararıyla 19 Ağustos 2021 tarihinden bu yana zindandadır.

Neden? Nedeni, 28 Şubat’ın 21’nci yıl dönümünde (2018) zamanın Başbakanının şu sözlerinde saklıdır: “Hukuk içinde hak ettikleri en ağır cezayı alacaklardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!”

İşin ilginç yanı bu sözlere şimdiye kadar hiç kimse hangi hukuk, hangi ağır ceza, hangi şüphe diye sormamış, soramamıştır.

Bu dava bir “darbe” davası değildi. Çünkü 1309 sayfalık savcılık iddianamesinde (ki o kurgulanmış iddiaları hazırlayan savcıların Fethullahçı olduğu sonradan kanıtlandı) ne 28 Şubattan ne MGK kararından ne de 18 maddelik ekinden tek satır söz edilmiyordu. Bu dava bir “intikam” ve  “gözdağı verme” davasıydı.

Fethullah’ın savcılarının açtığı davayı Tayyib’in hakimleri sonuçlandırmıştır. Her devrim gibi bu karşı devrim de kendi mantığını kullanmış, kendi hükmünü uygulamıştır.

İlk tutuklananlar topluca Sincan Ceza ve tutuk evine gönderildi. Çünkü sözde darbe yapacak tankları Sincan ana caddesinden geçirenler, Sincan hapishanesinde yatmalıydı. Tanklar her yıl oradan geçer, Akıncı üssüne tatbikata gider ne gam, intikam alınmalıydı.

 Aslında sorun basitti. Akepe’yi kuranlar daha iktidara gelmeden önce Türk Ordusunu halktan kopartmayı, itibarsızlaştırmayı, yalnızlaştırmayı ve dolayısıyla etkisizleştirmeyi önceliklerine almışlardı. 13 Temmuz 2013 tarihinde TSK İç Hizmet Kanun ve Yönetmeliğinin Türk Ordusuna verdiği görev maddesi değiştirildi.  Bu maddeye dayanan 28 Şubat 1997 günkü MGK kararı ve onu hazırlayıp hükümete sunulması affedilir bir suç değildi. Dolayısıyla 35nci madde madde kaldırıldıktan sonra ağır ağır hesap görülmeye başlanacaktı.

Açılan intikam mahkemelerinde tanıklık yapan siyasilerin hepsi MGK kararının doğal olduğunu, kendilerine silah zoruyla bir şey imzalatılmadığını açıkça beyan ettiler. Ama generaller emekli olduktan yıllar sonra mesnetsiz ve delilsiz hapse tıkıldılar.

Türk Ordusu ve onun askerleri çok bedel ödedi. Aslında bedel ödeyen sadece Atatürk’ün askerleri değil. Türkiye bir bütün olarak bedel ödemeye devam ediyor. Hatta bu bedel ülkenin beka sorunu ile karşı karşıya gelmesine neden olmakta ve her geçen gün ülke daha da kötüye gitmektedir. Şimdi iktidar, ülkemizin demografik yapısını değiştirerek bozma, istikrarsız hale getirme noktasına gelmiş bulunmaktadır. Halk başlangıçtan itibaren Türk Ordusunun samimi uyarılarına kulak vermemiş, arkasında durmamış, hatta eski Gnkur. Bşk.'nını terör örgütü başı safsatasıyla hapse gönderirken kılını bile kıpırdatmamıştır.

Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir ve halkımızın önemli bir bölümü hâlâ Atatürk ilkelerini ve Cumhuriyet değerlerini hazmedebilmiş değildir. Şimdilik bu çatışmada örgütlü cahil kesim galip gibi görünüyor. Atatürkçü aydın kesim ise çok konuşan, başta kendisi olmak üzere herkesi ve her şeyi ağır bir şekilde eleştiren buna karşın az fedakârlık yapan ve az iş yapan dağınık bir görünüm arz etmektedir.

2 Eylül 2013'te başlayan “28 Şubat” davasında 103 sanık, 28 Şubat sürecinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak”la suçlandı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Nisan 2018'de 103 sanıktan 21'i hakkında müebbet hapis cezası verdi. 68 sanık beraat etti. 10 sanık için zaman aşımının dolması, 4 sanık için de hayatlarını kaybetmiş olmaları nedeniyle dava düşürüldü. Bir numaralı sanık olan dönemin Genelkurmay Başkanı 26 Mayıs 2020'de temyiz süreci devam ederken hayatını kaybetti.

Yargıtay 9 Temmuz 2021'de 14 sanık hakkında verilen müebbet hapis cezalarını onadı. Davada hüküm giyen emekli generallerin rütbeleri Genelkurmay Başkanlığı'nın kararıyla söküldü.

Bir general 22 Aralık 2022'de tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi'nde demans hastalığı nedeniyle hayatını kaybetmişti. Altı general sağlık nedeniyle tahliye edildi.

Yaşı sekseni aşan, beden ve akıl sağlıkları yerinde beş Türk generali 925 (dokuz yüz yirmi beş) gündür zindanda. Hepimizin bedelini üstlenmiş durumdalar. Aslında onlar 35'nci madde gereğince görevlerini yerine getiren sorumlu komutanlarının verdikleri yasal emirleri yerine getirmişlerdi. Siyaset adamlarının çoğu 35nci maddenin müdahale hakkını verdiğini sanıyor ama Komutanlar onlardan müdahaleye yasal ve vicdani hakları olmadığını biliyorlardı. Müdahale şartları oluşmuş olsa bile müdahalenin ne mene bir şey olduğunu geçmiş her müdahaleyi yaşamış olan o günün komutanları uyarı görevini yerine getirmişlerdi. Bunu da yapmasalardı en azından tarih önünde görevi savsaklama ve kötüye kullanmakla suçlanacaklardı.

SONUÇ

Genelkurmay Başkanlığı, Cumhurbaşkanına o brifingleri vermeseydi, MGK Genel sekreterliği 28 Şubat 1997 günü o tavsiye kararı ve 18 maddelik ekini hazırlamasaydı, BÇG teşkil edilmemiş olsaydı, o günün İç Hizmet Kanunun 35'nci maddesine göre görevini savsaklamış ya da yapmamış sayılacak, suç işlemiş olacaktı. 

28 Şubat kararları bir askeri darbe ya da müdahale değildir. Bu kararlar, din istismarcılarının, din cahili gericilerin Cumhuriyet düşmanlığını ortaya çıkartıp siyasal iktidarın önüne koyan bir sorumluluğun sonucudur.  Askerler bu sorumlulukta davranmayıp görevlerini savsaklasalardı, 15 Temmuz kalkışması daha erken yıllarda olurdu.

O günlerden bu güne yaşadıklarımız 28 Şubat’ın bitmediğini göstermektedir. Mücadele sürecinin bittiğini sananlar yanılırlar. Halkın kanını emen din tüccarlarından yararlananların eylemlerinin bin yıl süreceği varsayılarak, halk aydınları tetikte bulunmalıdır. Tarikatlar her gün her ortamda pusudalar. Saklandığı yerden çıkıp alenen taarruz edenlerin, hangi mevzilerden korunduğu ve nereden desteklendiği bellidir.

Din bezirganlığı, sözde toplu mağduriyetler ve eli kılıçlı fetvalar devam etmektedir.


                                                                                                            

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

15 TEMMUZ, ORDUBOZAN GÜNÜ

SADAKA KÜLTÜRÜNE KARŞI SANDIK İTTİFAKI